İstanbul; Asırlar boyunca pek çok medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir dünya incisi… Dünya genelinde ülkemizin en çok bilinen, aranan, gezilen şehri, turizm sektörümüzün her mevsimine hizmet eden eşsiz bir hazine… Üç yanı denizlerle çevrili, şehrin o eşsiz görüntüsünü ikiye ayıran meşhur Boğaziçi’yle, yedi tepeye yansıyan sihriyle nice şairlere, yazarlara ilham veren; filim senaryolarına konu olan, âşıkların el ele, gönül gönüle gezdiği doğasıyla ünlü güzel şehir… Sabahın aydınlattığı yüzüne; Haliç’inden, Galata’sından, tarihe ışık tutan surlarıyla çevrili her köşesinden mucizevi sırların fışkırdığı binlerce yıllık tarihe tanıklık eden şehir… Her sokağı adeta açık hava müzesi, asırlık çınarlarıyla doğaya damgasını vuran, her canlının rahatça yaşadığı, yaşamın mucizevi yüzünü renklendiren doğa hazinesi… Adalarından Modasına, Kadıköy’ünden Beşiktaş’ına, Üsküdar’ından Ortaköy’üne, Kuzguncuğundan İstinye’sine, Beykoz’undan Sarıyer’ine, onca kapısından şehrin her yanında iz bırakan tarihin gerçek yüzü… Gökyüzüne kollarını açmış camileriyle ünlü, günün beş vakti ezan seslerinin yankılandığı sokaklarında birbirlerine her daim yardıma hazır sıcak, sımsıcak insanların yaşadığı aziz İstanbul… Eşsiz manzarası 7 tepesiyle bakan İstanbul… Ama ne yazık ki, yukarıda anlattıklarım bu dünya mirası güzel şehrin çok değil, bundan 50 yıl öncesinde kaldı! İstanbul; Günümüzde 15 milyondan fazla nüfusuyla, yollarını kaplayan milyonlarca araçla güne başlayan, her geçen gün trafik karmaşası biraz daha katlanan; her Allah’ın günü pek çoğunda yaralı ama çoğunda da ölümlü onca kazanın yaşandığı dev bir anakent… Sokaklarında milyonlarca işsizin kol gezdiği, pek çok semtinde işçi pazarlarının oluştuğu; komşuluğun, arkadaşlığın, samimiyet gibi duyguların çoktan unutulduğu o sıcacık insanların yok olup gittiği yalnızlığın cirit attığı dev bir şehir, Oturdukları evde komşusu kimdir tanımayan, asansörde dahi birbirlerine selam vermeyen; yakın akrabaların dışında insanların birbirleriyle görüşmediği, Metroda, otobüste, minibüste adeta birbirlerini ezen, tıpkı vahşi batıda gibi hareket eden insanların yer aldığı aziz İstanbul… Üç bir yanı denizlerle çevrili ama denizin tadına varamayan insanlarla dopdolu, gökyüzüne yansıyan gökdelenlerin ucubeliği ile o güzel yüzü yara, bere içinde kalan İstanbul… Çocuk cıvıltılarını çoktan unutan sokaklarında inşaat makinalarının, kamyonlarının hırladığı, sabahın erken saatlerinde toz toprağa bulanan İstanbul… Çocuksu anılarımızı hatırlatan ada sahillerine neredeyse vapur yanaşmayan, yosun kokulu denizleriyle ünlü sahillerinde ne çakıl taşı, ne de martıları kalmayan, Uskumrunun, çirozun, Yorgo’nun ünlü balık çorbasının, Kumkapılı Kör Agop’un meyhanesinin, Marmara’da bir zamanlar yaşayan onlarca balık türünün adının, tadının bile unutulduğu, İstanbul beyefendisiyle, hanımefendisinin, hele ki İstanbul lehçesinin gök kubbesinde bir hoş sada olarak kaldığı aziz İstanbul… Ey Güzel İstanbul; Biz insanlar, ne yaptık sana böyle? Herkesin elinde bir cep telefonu, bir bilgisayar; her birimiz yapay zekâdan bahsediyoruz! Neden duygularımızın, zekâlarımızın yapaylaşmasından bahsetmiyoruz? Senin gönlüne sapladığımız duygusu olmayan, olamayan her yapay zekâ ürünü, seni biraz daha yok ediyor, seni yaşanacak yer olmaktan uzaklaştırıyor! Burası ölünecek yer bile değil artık… Affet bizi dünya mirasımız, biz senin hiçbir güzelliğini ne yazık ki gelecek nesillere bırakamadık. Ama bu suç sadece bizde mi? Yıllar boyunca seni yönetenlere ne demeli? Veee şimdilerde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de öldürücü bir salgın yaşanıyor adı, Covit-19 Bu salgın belli ki, seni de sarsıyor, Tıpkı senin bağrında yaşayanları sarsıp, yok ettiği gibi… Artık ne boğazın tadı kaldı, ne de 7 tepenin keyfi var! Umutlarımız, anılarımıza saklandı ama her birinde yine senin imzan… Şimdilerde hasretiz senin o güzel çehrene, Ama inan ki, yakındır bu salgından kurtuluşumuz. Ancak senin çektiğin ıstıraplardan ne zaman kurtulacağın meçhul, Sana bunca acıyı çektirdiğimiz için affet bizi dünya şehrimiz, Güzeller güzeli İstanbul’umuz…