... Dünden devam
Benden önce ziyaretlerine gidenlerimiz; o ve diğer silah arkadaşlarımız için hep aynı şeyi söylediler:
‘’Sabır ve metanet içindeler!’’
Sabır ve metanet! Neye sabır? Ne için metanet?
Sizin hiç özgürlüğünüz elinizden alındı mı? Siz hiç en çok sevdiğiniz kişileri görememenin acısını yaşadınız mı?
Siz hiç dört duvarın arasında, küçücük bir odanın içinde güneşin doğuşuna, rüzgârın esintisine, denizin o dingin rengine, dalgaların seslendirdiği o muhteşem armoniye!
Ama hepsinden de acısı; evlatlarınızın, torunlarınızın ve hayat arkadaşınızın sesine, görüntüsüne hasret kaldınız mı?
Ben de bilmiyorum; bu ne menem bir acıdır? Yaşamadım, bilemem. Tahmin dahi edemem…
Ama ‘O’ ve ‘Silivri’deki’ diğer arkadaşlarımız, kardeşlerimiz ve bizden daha büyük komutanlarımız artık biliyorlar!
Bu acıların her saniyesini yaşayarak öğrendiler, öğrenmeye devam ediyorlar.
O’nu, o kapalı kapının ardından çıkararak camlı bölmenin önüne getirdiklerinde; işte her şey o anda bitiverdi!
İnsan bu gibi durumlarda ne yapacağını bilmiyor, bilemiyor!
Hele, hele 51 yıldan beri kardeşinden daha çok sevdiğin, yakın bildiğin can yoldaşının özgürlüğünün elinden alınmış olduğunu gördüğünde…
51 yıl önceki çocukluk arkadaşım, yarım asırdan beri kardeşim, can yoldaşım, devremizin yıldızı; Silivri’deki o malum yerde, tam karşımda, aramıza gireceği sanılan o engelin, camlı bölmenin ardındaydı!
Ama dimdik duruyordu tam karşımda.
Konuşabilmek için telefonları elimize aldığımızda, birbirimize söyleyebileceğimiz ilk cümleler; önce gönlümüzde kopan o fırtınanın çığlığına, daha sonra da boğazımızda düğümlenen duyguların hıçkırığına takılıp kaldı.
Mani olamamıştık göz pınarlarımızdan boşanan o acılı yaşlara…
Gönülden gelen coşkulu arkadaşlığımızı, son nefese kadar sürecek can yoldaşlığımızı paylaştım kardeşimle bir kez daha.
Diğer silah arkadaşlarımızın sevgi dolu yüreklerinden taşan duygularını ilettim kendisine. Özellikle de, ‘Selimiye Askeri Orta Okulunda’ yaşadığımız çocukluk günlerimizde söylediğimiz marşın dizeleriyle…
‘’ Ruhumuzda Hür Vatan, Kalbimizde Harbiye,’’
‘’ Dört Ufuktan Seslenir Kahraman Selimiye’’
Ve tabii ki, ‘Gerçek Harbiyelinin’ gönül marşı olan, ‘’Yaşa Varol Harbiye’’ dizeleriyle moral verdim kendisine…
Çok duygulandı. Sadece göz pınarlarında parıldayan yaşlarla değil; gönül penceresinden süzülen sevgi cümleciklerini, tek bir cümlede birleştirerek yanıtladı:
‘’Hepsi sağ olsunlar…’’
Evet; metanetliydi, sabırlıydı. Suçsuzluğuna inandığı kadar, hukukun üstünlüğüne de inanıyordu.
Ama bir o kadar da kırgın ve kızgındı.
Çünkü ‘kasaptaki ete soğan doğramam’ diyen ve aynı tercihi paylaşanlarca yalnız bırakılmıştı, bırakılmışlardı..!
O dört duvar arasındaki camlı bölmenin ardında onu görebilmek için izin aldığım tüm görevliler, işlemi yapanlar, herkes çok kibardı, çok anlayışlıydı.
Savcısı, infaz memurları, jandarması hepsi çok büyük kolaylık gösterdi.
Ama tüm bunlar, bizim yaptığımız, yapacağımız ziyaretler anlık moral gücü yaratmanın dışında ne sağlayacaktı?
Neye, ne katacaktı?
O ve onun durumunu paylaşan diğer silah arkadaşlarımız, kardeşlerimiz, komutanlarımızın şu anda yaşadıkları tüm olumsuzluklara, olumlu katkıda bulunabilecekler, bulunması gerekenler; hala neden konuşmazlar?
Neden susarlar? Bilinmez!
O gün Silivri’de çocukluk arkadaşımı, kardeşimi, ağabeyimi, dostumu, can yoldaşımı, silah arkadaşımı ve yaşamımızın 51 yılını paylaştığımız Sevgili Behzat Paşamı, eşimle birlikte ziyaret ettik.
Ziyaretin sonu geldiğinde,
O camekânın ardından veda ederken birbirimize, son bir kez daha baktı gözlerime!
Sesi duyulmuyordu ama bakışları ile anlattığı o cümleyi ben duymuştum bile… Kalbime bir ok gibi saplanan, beynime kazınan o cümle ile:
‘’ Hürriyetim alınmış, şerefim ve vicdanım bende kalmıştır…’’
Devam edecek...