O GECE - 12

07.05.2021
Özgürlüğe giden yolda hayatını seve seve feda eden kahramanlar için söyleniyordu. İşte Anadolu, Anadolu’nun yiğitleri böyle bir şeydi. Mehmetçiklerimizin özü de buydu. Yıldırım Üsteğmenin bölüğü, diğer silah arkadaşları, ele geçirdikleri bu topraklarda savaş denen cehenneme değil ama geceye teslim olmuş; karanlığın örtüsü de onlara kol kanat germişti. Ertesi sabah onları bekleyen görev; Rum köylerinin temizlik harekâtıydı…

                   Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bir savaş günü daha başladı..! Güneş tüm yakıcılığıyla gün yüzüne çıkmış, yürüyüş kolunda ilerleyen tabur personeline adeta ter banyosu yaptırıyordu… Yol boyunca ilerlediler… Dik bir yokuşun bitimine geldiklerinde; terk edilmiş bir kireç ocağı gördüler. Hemen girişinde bir su deposu bulmuşlar; sanki bir anda tabura hayat gelmişti… Birlikler bir anda suyun bulunduğu deponun dibine yığılmıştı. Ancak, deponun suyu içilecek gibi değildi! Suyun yüzeyini yosun kaplamış, hatta üzerinde kurbağalar yüzüyordu. Ama adı suydu… O esnada bir el silah sesi duyuldu! Ne acı ki, bölüklerin birinde bir er; susuzluktan cinnet geçirerek intihar etmişti. Hemen müdahale ettiler ama yeterli olmamış, askeri kaybetmişlerdi. Tabur Komutanının aracıyla geri bölgeye yolladılar. Yapabilecekleri bir şey yoktu. Bu da savaşın bir gerçeği idi. Mola verdiler…

                     Bir süre orada kalmak zorunda kalmışlar ama zaman da kaybetmişlerdi. Önlerinde alınacak bir hayli mesafe, ele geçirilecek iki Rum köyü vardı. Verilen moladan sonra Tabur yürüyüşe devam etti. İlk Rum köyü göründüğünde; birlikler araziye iyice yayıldı. Kısa bir çatışma sonrasında köy ele geçirilmişti. Köyde arama yapılması maksadıyla keşif kolları oluşturularak, birkaç koldan köye girdiler. Yapılan aramalarda pek çok Rum yakalanmıştı. Bunların çoğu sivildi. Bölgenin savaş ortamı nedeniyle yaşadıkları evlere gizlenmişler, anlaşılan o ki, umutsuzca bekliyorlardı. Köy meydanı, giderek bu esirlerle dolmaya başlamıştı. Son getirilenler arasında sivil giysili gençler de vardı. Ancak çok geçmeden bunların Rum Milli Muhafız Ordusunun askerleri olduğu anlaşıldı. Bunlar da esir toplama noktasına götürülmek üzere ayrı bir yere konuldular…

                       Bu sırada kalabalık bir asker grubu, bir Rum subayını yakalamış, Yıldırım Üsteğmen’in bulunduğu yere doğru geliyorlardı. O da genç bir subaya benziyordu. Bu esir, Üsteğmen Yıldırım’ın bulunduğu yere getirildiğinde korku dolu gözlerle ona baktı! Zangır, zangır titriyordu… Rum subayını esir alanların başındaki çavuş;

- Komutanım, biz 2’nolu keşif kolundanız, bu Rum’u köyün en yukarısındaki bir evin mutfağında buzdolabının içinde saklanmışken bulduk. Bize hiç direnmedi, teslim oldu. Biz de hemen alıp, yanınıza geldik, dedi.

Yıldırım Üsteğmen;

- Üstünü iyice aradınız mı?’’ diye sordu.

   - Evet komutanım. Bakın belinde taşıdığı tabancası da bu, diyerek Üsteğmene Rum’un colt marka tabancasını uzattı.

Üsteğmen Yıldırım;

- Tamam, oğlum; bu herifi de alın diğer asker esirlerin yanına koyun, dedi. Anlaşılan o ki, bu cesur Rum subayı..(!), saklanarak, bölgeden kaçacağını hesaplamıştı ama Mehmetçiğin çelik pençesinden kurtulamamıştı.

Bu arada bölüğünün depo çavuşu Mehmet, elinde bir tepsi içinde nar gibi kızarmış bir tavukla çıkagelmişti… Orada bulunan herkes şaşırmıştı! Ama en çok da Yıldırım Üsteğmen;

- Hayrola Mehmet Çavuş! Hangi arada becerdin de tavuk kestin kızarttın?, diye sordu.

Mehmet Çavuş,

-   Komutanım, köyü ararken bir Rum evinin mutfağında buldum. Muayene ettim kokmamıştı. Ben de oracıktaki ocakta pişirdim. Sonra da aldım buraya geldim, savaşın ilk gününden beri bir şey yemediniz diye düşünmüştüm.

- İyi ettin be Mehmet’im; çok makbule geçti. Getir ben azıcık kopartayım, sonra da sen arkadaşlarınla afiyetle yiyin.

Yıldırım Üsteğmen nar gibi kızaran tavuğa baktı. Sonra da kanat tarafından az bir parça kopartıp ağzına attı. Ama o ne? Ağzına atmasıyla birlikte öğürmüş, ağzındakileri yere tükürüvermişti…

- Bu ne oğlum, bu koku nedir? Bu tavuğu neyle pişirdin böyle?

   Mehmet Çavuş korku içinde;

- Vallahi komutanım, mutfakta bir yağ buldum onunla pişirdim. Hatta lazım olur diye o yağ kutusunu sırt çantama koymuştum. İşte burada…

   Yıldırım Üsteğmen, çavuşun gösterdiği yağ kutusuna baktı. Üzerinde dolgun bir domuz resmi vardı! Demek ki Mehmet Çavuş, bu tavuğu domuz yağı ile pişirmişti…

-   Aferin oğlum. Bize domuz yağında pişirilmiş tavuk kızartması da yedirdin ya! Hadi neyse savaş şartları bu diye geçelim. Pekiyi sen pişirmeden önce bu yağ kutusunun üzerindeki domuz resmini görmedin mi?, dedi.

Mehmet Çavuş çok utanmıştı;

- Allah beni affetsin. Size de domuz yağı yedirdim ya! Günahlarınız benim boynuma komutanım, diye cevaplamış, kıpkırmızı olmuştu…

Yıldırım Üsteğmen çavuşunun verdiği bu cevaba gülümsedi;

- Hadi oradan, herkesin günahı kendine… Hem savaş bu yaşamak için her şey mubah. Allah günah yazmaz meraklanma, Mehmet çavuş başını sallaya, sallaya görevinin başına döndü.

                     Aslında köy aramasından dönen askerlerinin elinde pek çok yiyecek görmüş ama ses çıkarmamıştı. Hepsi çok açtı çünkü… Ama içlerinden birisinin yediği şeyden çok kutusu dikkatini çekmişti! Askeri yanına çağırdı. Kutuya baktı. Üzerindeki yazı İngilizceydi. Ama kutunun kapağında köpek resimleri vardı. Yıldırım Üsteğmenin İngilizcesi oldukça iyiydi. Yazanları okuduğunda, kahkaha ile gülmemek için kendisini zor tuttu… Çünkü kutunun kapağında; ‘’Köpek mükâfat bisküvisi’’ yazılıydı.

En sonunda kahkahayı patlattı. Askerine döndü;

   - Oğlum, bu bisküviler köpekler için. Ama yiyebildiğine göre nasıl lezzeti yerinde mi bari?, diye sordu. Ama gülmekten de geri duramıyordu. Üsteğmenin söylediklerini duyan herkes kahkahalarla gülmeye başlamıştı… Açlığın yarattığı bu durum, onların ağlanacak haline komik gelişmeler katmış, az da olsa gülümsemelerine neden olmuştu. Sahi, onlar günlerden beri gülmeyi de unutmuştu. Ama savaşta yaşanan onca acı varken gülmek mümkün müydü? Az önce yaşananlar dahi aslında gülünecek değil acınacak durumlar değil miydi? Günlerin verdiği açlık, kimisine domuz yağında pişmiş tavuk, kimisine köpek mükâfat bisküvisi yedirmişti…

Beşparmak dağlarının hemen yamacında kurulu ‘’Sihari’’ isimli bu Rum Köyünden birkaç saatte pek çok sivil Rum ele geçirilmişti.

Yıldırım Üsteğmen giderek kalabalıklaşan; çoğunu yaşlı, kadın ve çocukların oluşturduğu bu insanlara baktı. Karanlık basmadan da bu İnsanları hemen esir toplama bölgesine göndermeliyim diye düşündü. Dün geceden beri yanlarında kalan Mücahit Abdullah Çavuşu çağırttı;

   - Abdullah Çavuş, sen bölgeyi biliyorsun. Burada topladığımız bu sivilleri Boğaz bölgesindeki esir toplama bölgesine götürmeni istiyorum. Hemen köyden uygun bir araç bul. Bu insanları o araca bindir ve karanlık basmadan götür!

     Abdullah Çavuş,

- Emredersin komitaniiim…, diyerek yanından uzaklaştı.

   Mücahit Çavuş, çok geçmeden köyden bulduğu bir Rum askeri kamyonuyla döndü. Toplanan sivil Rumları bu araca bindirdi, aracın önüne iki nöbetçi aldı, esir toplama bölgesine hareket ettiler. Üsteğmen Yıldırım derin bir oh çekti!

        Bu kadar sivil Rum, ele geçirdikleri bu bölgede gece boyunca kalsa; onların güvenliğini nasıl sağlayacaktı? Hepsi açtı, susuzdu! Kendileri aç ve susuzken, bu kadar insanı nasıl doyuracak, susuzluklarını nasıl giderecekti? Bir an bu insanların durumuna düşen, Rum yerleşim bölgelerinde sıkışıp kalan Kıbrıs Türklerini düşündü!

   Onlarla ilgili, adaya indikleri günden beri çok kötü haberler almışlardı. Öğrenebildikleri kadarıyla; Rumlar ele geçirdikleri Türkleri asker, sivil, kadın, yaşlı, çocuk demeden kurşuna dizerek öldürüyor; diri diri toprağa gömüp canice katlediyorlarmış…

Gecenin karanlığı Beşparmak Dağlarının yamaçlarına iyiden, iyiye çökmüştü… Tabur Komutanın verdiği emir gereğince, hiç kimse köye girmeyecek; bölükler köyün hemen dışındaki ağaçlık bölgede çepeçevre emniyet alarak tertipleneceklerdi. Geceyi köyün hemen dışında genelde keçiboynuzu ağaçlarıyla kaplı olan bu bölgede geçirmek üzere tertiplendiler.

İlk defa o gece tabur nöbetçilerine parola uygulaması emrini verdiler! O gecenin parolası; ‘’zaferdi.’’    

Evet, günü zaferle bitirmişlerdi ama daha önlerinde uzun bir yol vardı… Kıbrıs Türklerini özgürlüğe götürecek upuzun bir yol…

Özgürlüğe giden bu yol, çok meşakkatli, çok engebeliydi. İçi esaret, sefalet, ölümle doluydu! Ama her ne olursa olsun bu yol mutlaka bulunmalı, özgürlüğe giden yol açılmalıydı. Ama adaya indikleri günden, savaşa dâhil oldukları o andan itibaren anlaşılan oydu ki; savaş denen cehennemin yaşandığı bu yerlerde, ölümün kol gezdiği bu yolda ilerlemek o kadar kolay olmayacaktı…

   Üsteğmen Yıldırım ve arkadaşları, geceye bu düşüncelerle girdiler. Açlık ve susuzluk had safhadaydı.  Uykusuz geçen gecelerine bir yenisi daha eklenmiş, ele geçirip de çevre nöbetçileriyle emniyetini sağladıkları bu Rum köyüne baktıkça, savaşın acımasız yüzünü daha iyi görebiliyorlardı…

Terk edilmiş evler, başıboş gezen hayvanlar, yanmış, kavrulmuş ekinler, ağaçlar, yitip gitmiş yaşamlar… Ve ıssız bir sessizlik!

             Gecenin bu ürkütücü karanlık yüzü dahi, savaşın gerçek yüzünü örtememişti. Yıldırım Üsteğmen mevzilendiği çukurdan gökyüzüne bakarken bunları düşünüyor, adada yaşadığı günlerin, gecelerin onu nasıl değiştirdiğine inanamıyordu! Sanki dört gün içinde, kırk yıl yaşlanmış gibiydi… Bu kadar kısa zamanda hayata dair ne çok şey görmüş, ne çok acı yaşamıştı;

               Ölümle yaşam arasına sıkışıp kalan hayatlar! Açlık, susuzluk, korku, yalnızlık ve ölüm… Bu gencecik yaşında bunca Mehmetçiğin sorumluluğunu taşımak… Böylesine çarpıcı olayları bu yaşında, bu kadar kısa zamanda yaşamak ne zordu… Ömrü boyunca göremeyeceği, tanıklık edemeyeceği şeylerin hepsini aynı anda yaşamış, ölümün yakıcı acısını bu kadar yakından izleyeceğini aklından dahi geçirmemişti… Bu nasıl bir şeydi? Artık her şey öylesine doğal hale gelmişti ki! Ama savaş böyle bir şeydi işte! İnsanoğlunu avucunun içine alıp, istediği şekle sokabiliyordu. Bundan kaçış da yoktu…
"Kıbrıs" Diğer Yazılar