Önce Vatan (10)

16.06.2021
ÖNCE VATAN (10) TÜRK’ÜN, TÜRK MİLLETİNİN TARİHE DAMGASINI VURAN, O KENDİNE HAS NİTELİKLERİNE ÖRNEK OLMASI BAKIMINDAN 20 TEMMUZ 1974’TE KIBRIS SAVAŞLARINDA BİZZAT TANIK OLDUĞUM AŞAĞIDAKİ OLAY; TÜRK’ÜN KİM OLDUĞUNU ANLATAN YAŞANMIŞ ÇARPICI BİR ÖYKÜDÜR:                                                                                                                                                                                                              ÖZGÜRLÜĞE GİDEN YOL                                                                   ‘’Gerçek bir savaş öyküsü’’ ‘’O gece tam 187 kişiydiler!    187 sivil Rum esir…   Yer: Kıbrıs adası, Lefkoşa derinliklerinde Miamilya Köyü yakınlarındaki Domuz Mandıraları Bölgesi…   Tarih: 14 Ağustos 1974. Saat 19:00 suları, güneşin batımına doğru, savaşın tam da ortasında kalan bir yaşam karesi..!   20 Temmuz günü Türk Askeri adaya çıktığından beri güneye gidebilmek amacıyla devamlı yer değiştiriyorlar, esir düşmemek için de, büyük çaba sarf ediyorlardı!   Ama olmadı sonunda yakalanmışlardı işte!   Halbuki bu yıl sevdiği erkeğe kavuşacak, çocukluk aşkı Hristo ile evlenecekti…     Onun için 1974 yılı çok önemli idi!   Çünkü ikisi de 18 yaşını bitiriyorlardı. Bu düşünceler içerisinde bocalarken, küçük kız kardeşinin ağlayan sesi ile kendisine geldi.   Kardeşi henüz 3 yaşındaydı.   Aç olduğunu söyleyerek yemek istiyordu ama onlarda açtı, susuzdu, çaresizdiler. Sert bir sesle kardeşini susması için ikaz etti. Çevrelerinde duran silahlı askerlerin dikkatini çekmek istemiyordu…   Bu gün Ağustos’un 14’üydü!   Hristo yedek olarak silah altına alınalı 1 ay 2 gün olmuştu. Acaba şu anda ne yapıyordu?   Hayatta olması için dua etti.   Savaş tüm acımasızlığı ile devam ediyordu. Etraftan gelen silah sesleri, çevrelerinde yanan ağıllardan yükselen ineklerin acı dolu böğürtüleri; çevresindeki diğer esirlerin hıçkırık seslerine karışıyordu…    Her şey altüst olmuştu!  Günün ışıkları yerini gecenin karanlığına bırakmak üzereydi. Çevresine bakındı…   Çoğu yaşlı, kadın ve çocuk olan bu insanlar toplandıkları bölgede birbirlerine sokulmuşlar; açlığın, susuzluğun, uykusuzluğun verdiği bitkinliğin yanı sıra en çok da ölümün korkusunu yaşıyorlardı!   Acaba bu gecenin sabahı olacak mıydı?   Onları esir alan bu ‘’Barbar Türk’ler’’ yaşamalarına müsaade edecek miydi?   Ona çocukluğundan beri Türk’lerin insan kanı içen korkunç yaratıklar olduğu öğretilmişti!  O halde bu gecenin sabahı olmayacak, bir daha Hıristo’sunu göremeyecekti!  Kalbi bir an yerinden çıkacakmış gibi oldu!   İçini büyük bir acı kaplamıştı…   Saatler ilerlemiş, gecenin yarısı çoktan aşılmıştı.    Mariya biraz daha kendini toparlamış, etrafta olan biteni anlamaya çalışıyordu…    Kendilerini esir alan Türk askerlerinin; söylediği her şeyi büyük bir saygı ile yerine getirdikleri genç bir adamın farkına vardı!  Gecenin karanlığını aydınlatan ay ışığında adeta savaş tanrısı Zeus gibi duruyordu!   Bu genç adam, mutlaka askerlerin komutanı olmalıydı diye düşündü…   Kısa bir süre sonra bu komutan esirlerin bulunduğu yere doğru yürümeye başladı.    Onlara doğru yaklaştıkça sanki ömürlerinin bir o kadar kısaldığını düşündü bir an!   Artık yolun sonuna geldik,  şimdi hepimizin öldürülmesi için çevredeki askerlerine talimat verecek diye düşündüğünde;   O genç adam yürümüş, yürümüş; tam da onun karşısında durmuştu…   Gecenin karanlığını aydınlatan ay ışığında göz, göze gelmişlerdi!  Gözleri çakmak, çakmak parlayan Türk Komutan yüksek bir ses tonuyla:  ‘’İngilizce bilen var mı?’’ Diye bağırmıştı…  O gece; ‘’Yes I’am’’ diye yanıt verişimi ömrüm boyunca unutamayacaktım!   Genç Komutan bana dönerek:  Bize korkmamamız gerektiğini, hiç birimize zarar verilmeyeceğini, hepimizi bir süre burada konuk olarak bulunduracağını, daha sonra üst komutanlarından gelecek emre göre hareket edeceğini söyledi.   Ayaklarımızın altından kaymakta olan yeryüzüne, sanki yeniden merhaba diyorduk!   Hayatımız bağışlanmıştı ve biz artık yaşıyorduk.   Bir an yerimden fırlayıp Türk Komutanının boynuna sarılmak geldi içimden ama çevremdekiler yanlış anlar diyerek kendimi zor tuttum…   Sonra ki saatlerde sanki muhteşem bir rüya yaşıyorduk!   Komutan benimle yaptığı konuşmadan sonra aç ve susuz olduğumuzu öğrenmiş; askerlerine verdiği talimatla, onlardan toplanan yiyecek ve içeceklerin bulunduğumuz bölgeye getirilmesini sağlamıştı.   Daha sonra bulunduğumuz yerden uzaklaştı…   Gelen yiyecekleri adaletli bir şekilde paylaştırmaya başlamıştım ki!   Bizimle birlikte esir düşen, daha sonra Lefkoşa yakınlarındaki Rum Miamilya Köyü Kilisesinin papazı olduğunu öğrendiğim rahip ayağa kalktı ve:  ‘’Bu yiyeceklere, suya sakın dokunmayın bunların hepsi zehirli. Bu Barbar Komutan bizi bu şekilde öldürecek! ’’ Diye bağırdı…   Hepimiz donup kalmıştık!   Bir tarafta günlerin verdiği açlık, diğer tarafta ise ölüm korkusu vardı…  Kısa bir süre sonra yanımıza dönen Komutan, askerlerinden topladığı yiyecek ve içeceğe hiç dokunulmamış olduğunu görünce çok şaşırdı!   Bana neden yemediğimizi sordu?  Kendisine aramızda bulunan papazı göstererek, bize söylediklerini aktardım.  Çok kızdığı her halinden belli olan Komutan hiçbir şey söylemeden bize ikram edilenlerden herhangi birisini ağzına atarak yemeğe başladı, üzerine de bırakılan sudan içti…   Bize dönerek:   ‘’Bir süre bekleyin, eğer bana bir şey olursa size verilenlere dokunmayın, bir şey olmaz ise anlayın ki bu papaz size yalan söylemiş! ’’ Dedi ve yanımızdan ayrıldı.  Hepimiz çok utanmıştık!  Türk Askerleri bize onlar için çok önemli olan yiyecek ve içeceklerini vermişlerdi ama papaz efendi söylediği yalanla, bizi Türk’lere mahcup etmiş, hepimiz ölümü beklerken bize böyle davranan bu genç Türk Komutanın, emrindeki askerlerin yüceliğini anlayamamıştık.   Bu karmaşık duygular içerisinde uyuya kalmışım…  Sabahleyin uyandığımızda, o genç Türk Subayını görebilmek, ona teşekkür etmek için sabırsızlıkla o anı bekliyordum!   Aradan ne kadar bir zaman geçtiğini bilmiyorum ama bir anda, yanı başımda onun sesi ile irkildim!    Geceyi nasıl geçirdiniz diye soruyordu?   Ayağa kalktım, ona tüm Rum esirler adına ve göstermiş olduğu bu insancıl davranışı için teşekkür ettim, boynuna sarılarak yanağına kocaman bir öpücük kondurdum…   Çok şaşırmıştı!   Bir an ne yapacağını bilemedi ama onun da çok duygulandığını gözlerinden anlamıştım…   Kısa bir sessizliğin ardından bize eliyle Rum bölgesini göstererek; bulunduğumuz yerin hemen önünden geçen yolu takip ederek oraya gidebileceğimizi ve serbest olduğumuzu söyledi.   Bunun için tam bir saatlik zamanımızın olduğunu ilettiğinde, hepimiz sevinçten çılgına dönmüştük!    ‘’Özgürlüğe giden yol’’ bizi bekliyordu…   Aradan tam 11 yıl geçti şu anda Hristo ile mutlu bir hayatımız, küçük bir de oğlumuz var. Ben bu mutluluğumu o genç Türk Komutanına borçluyum.  Eğer o gün bizleri serbest bırakıp, özgürlüğümüze kavuşturmasaydı; bu mutlu günleri asla yaşayamayacaktım.   Ama bir şeyi daha anlatmadan geçemeyeceğim!   O yiğit insan; bizlerin hayatımızı bağışlayıp, kendi yiyecek ve içeceklerinden ikram ederken, aynı tarihte, Rum askerlerimizin Muratağa ve Atlılar köylerinde bizim durumumuzda ki insanları, sadece Türk oldukları için diri, diri toprağa gömdüklerini öğrendiğim zaman kahroldum.   Bunu yapanlar insan olamazlardı!   Bize Barbar diye tanıtılan Türk’ler, savaşın o acımasızlığı içerisinde hepimize insanlık dersi verirken; Helen medeniyetinin temsilcisi olduklarını ilan eden benim soyumun insanları, insanlık tarihinin en büyük suçlarından birini işlemişti!   Yaşadığım süre içerisinde bir gün o iyi yürekli komutan ile karşılaşacak olursam bu insanlık ayıbı için ondan özür dileyeceğim.   Ama karşılaşmasam bile bu yaşadığım gerçeği herkesle paylaşmak adına yazıyorum. Kim bilir belki bu duygularım ona da ulaşır. Sana minnettarım cesur Türk. O çakmak, çakmak bakan gözlerini yeniden görebilmek umuduyla…’’   (Bu savaş anısı 1985 yılında Rum kesiminde yerel basında yayınlanmış olup; bu olay, tarafımdan kaleme alınan, 1 Temmuz 1997 tarihinde yayınlanan  ‘’Girne’den Doğan Güneş’’ isimli kitabımda da tüm detayları ile anlatılmıştır.)
"Siyaset" Diğer Yazılar