O GECE - 6

01.05.2021
              Askerlik yaşamlarının ikinci bölümü başlamıştı. Minibüste buram, buram ter dökmeye başladılar. Bu sıcakta o eşyalar oturacakları lojmana nasıl taşınacak, nasıl yerleşecekti? Bu arada Temmuz ayının da ikinci gününe girmişler; bir hafta sonra biricik kızlarının yaş gününü kutlayacaklardı. Onu doğduktan hemen sonra, daha 9 günlükken Eleşkirt’e götürdükleri günü hatırladılar, küçücüktü ama çok da güzeldi. Eleşkirt’teki çocuklar arasında en güzeli, en çok da nazar değeni idi…Annesinin kucağında uyuklayan güzel gözlü kızına uzun, uzun baktı.   Sonra içinden; ‘’Allah onu bize bağışlasın, şansı kaderi güzel olsun’’ diye dua etti… Bunları konuşa konuşa Çubuk’a nasıl geldiklerini anlamamışlardı bile…

               İlçe girişindeki alay gazinosunun hemen önünde indiler. Gazinonun bahçesi oldukça kalabalıktı! Bir tarafta alayda yıllardır görev yapan aileler ve çocukları, diğer yanda ise; Yıldırım Üsteğmen gibi alaya yeni tayin olan subayların aileleri vardı. Gazinonun bir bölümü de astsubaylara ve ailelerine ayrılmıştı. Orası da oldukça kalabalıktı.

             Gazinonun bahçesine girer girmez onu ve ailesini bir diğer sınıf arkadaşıyla eşi ve kızı karşıladı. Karşılayan Üsteğmen Çevik’ti. Harbiye’den mezun olduktan sonra onu ilk kez görüyordu. Eşi ve kızıyla aynı yaşta olduğunu tahmin ettiği kızı da yanındaydı… Selamlaşma faslından sonra aynı masaya oturdular. Çocuklar daha birbirlerini tanır tanımaz kaynaşmışlar, gazinonun bahçesinde oynamaya başlamışlardı…

Çevik üsteğmenin eşi Ayla Hanım, tanışmalarının ardından kısa bir süre geçer geçmez; Alayın Kıbrıs’a savaşa gideceğini, burada kalan eş ve çocukların yalnız kalacağını söyleyince; Yıldırım üsteğmenin eşinin yüzü sapsarı olmuştu! Fısıldar gibi; ‘’Benim bundan haberim yoktu’’ dedi… Üsteğmen Çevik, böylesine önemli bir konuyu, eşinin patdadanak söylemesine bir hayli kızmıştı ama iş işten geçmiş, konu öğrenilmişti. Üsteğmen Yıldırım; ‘’Canım, daha hiçbir şey belli değil, emir falan da verilmedi! Kıbrıs’a gideceğimiz kesin değil ki…’’ Eşini sakinleştirmeye çalışsa da, bir kere eşinin içine kurt düşmüştü! Masadan kalkıncaya kadar konu bir daha hiç açılmadı. Hem bu önemli bir konu, böylesine ulu orta konuşulmazdı ki! Yine de eşler oldukça kaynaşmışlar, çocuklar iyi anlaşmışlardı. Savaşa gitseler dahi lojmanlarda kalacak aileler arasında oluşacak sıcak temas; az da olsa onların yokluğuna çare olabilecekti.

                       Öğlen yemeğini de birlikte yediler. Artık Yıldırım üsteğmen ve eşi için kalkma vakti gelmişti. Kendileri için tahsis edilen lojmana akşam olmadan eşyalarını yerleştirmeleri gerekiyordu…

Saatler bir su gibi akmış, burada oturacakları eve yerleşmişlerdi. Güneşin batışıyla birlikte akşamın serinliği yavaş, yavaş Çubuk ovasını kaplamaya başlamış; sıra gecenin karanlık yüzüne gelmişti. O karanlık yüz ki, Eleşkirt gecelerinde de ortaya çıktığında her ikisini de bir hüzün basar; sıla hasretinin üstüne bir de anne, baba yokluğu eklenince yürekleri acıyla dolardı… Yine aynı duyguyu yaşadılar. Her ikisi de çok gençti… Hayatı birlikte yaşayarak öğreniyorlar, yaşama ait bu öğretiler; henüz dördüncü yılına yeni giren yuvalarının kimi zaman neşesi, kimi zaman da hüznü oluyordu. Üç yıl önce doğumuyla birlikte onlara yeni bir yaşam kaynağı oluşturan küçük kızı; bu öğretinin başöğretmeni olmuştu. Çünkü yaşamlarının merkezinde o vardı, her şey onun varlığına göre planlanıyordu…

               Gecenin sessizliği, Gonca’dan gelen soruyla bozuluverdi!

‘--Yıldırım, sen savaşa gidersen biz ne yapacağız? Biliyorsun, benim senden, kızımdan başka kimsem yok! Sen ve kızım… Eşinin adı Gonca’ydı ama o eşine hep; ‘’Goncagül’üm diye hitap ederdi…

--Goncagül’üm şimdi bunları düşünme ne olursun! Bak o kadar yoldan geldiniz, üstüne üstlük bir de evimizi yerleştirdik. Çok yorgunuz. İstersen bunları yarın sabah konuşalım olur mu?’ Eşinin bu sıcak, kucaklayıcı tavrı üzerine, Gonca ‘’pekiyi, nasıl istersen’’ diye cevapladı. Zaten gözkapakları uykunun ağırlığına esir düşmüş, neredeyse kapanmak üzereydi… Odalarına geçtiler! Özlem dolu gönüllerin, yorgun düşen bedenleri; geleceğin bilinmezliğiyle uykuya daldı… Yaşamın görünmeyen yüzü onlara neyi, nasıl gösterecekti? Zaman, ah o zaman..!

             Ertesi sabah erkenden uyanan Yıldırım Üsteğmen aceleyle giyindi! Ses çıkarmamaya çalışıyordu. Çünkü Gonca da, kızı Ece de çok yorulmuşlardı; biraz daha uyumalıydılar. Zira önlerinde onları bekleyen çok uykusuz geceler olacaktı! Onun olmadığı geceler… O, savaş denen canavarla boğuşurken; onlar yalnızlığın hüznünü gecelerin uykusuzluğuyla paylaşacaklardı…

Gonca Gül’ünü iyi tanıyordu. Bir şeye üzüldüğünde hiç belli etmez, soğukkanlı davranırdı. Ama bu defa onu ilk kez bu kadar çok hüzünlü görüyordu. Haksızda değildi hani! ‘’Savaş’’ tek bir kelimeydi ama içinde ölümü anlatan o kadar çok şey vardı ki…Ölmek ve yaşamak! İkisi de keskin ve zıt gerçeklerdi. Ya da hayatta kalmak adına öldürmek! İnsanlık adına utanç verici idi…Botlarını giydi!

Lojmanın merdivenlerini ikişer, üçer atlayarak yaz mevsiminin güzel sabahıyla soluklandı… Sabah serinliğini ciğerleri yanıncaya kadar içine çekti! Lojmanların bahçesi akasya ağaçlarıyla doluydu. Ağaçların dallarında oynaşan serçeler, belki de İskeçelerin doluştuğu dallar bir iniyor, bir kalkıyordu… Özgürce uçuşan kuşlara baktı uzun, uzun… Kulağa hoş gelen cıvıldaşmalarını dinledi; ‘’Oh, hayat bu işte…’’ Evet, hayat böylesine güzeldi ama şimdi onun hayatında yeni bir sayfa açılıyordu. Seri adımlarla eğitim alanına doğru yürümeye başladı.

                 Bu gün onun için alaydaki ilk görev günü, bölüğünün savaş hazırlıklarına komuta edeceği ilk gündü… Eğitim alanına gelir gelmez bölüğüyle selamlaşmış, daha sonra Kıbrıs’ta savaşacakları araziye benzer bölgeye gitmek üzere onları bekleyen helikopterlere binmeleri için bölüğünü oraya doğru hareket ettirdi. Olası bir harekâta katılacak askerlerin hepsi tam teçhizatlıydı. Üzerlerinde bulunan cephaneleriyle, el bombalarıyla kısacası savaşa nasıl katılacaklarsa öyle hazırlanmışlardı.

Gün boyunca helikopterlere binme inme eğitimi yaptılar. Gerçekleştirdikleri atışlı tatbikat; eğitim şartları içinde de olsa, onları savaş atmosferine sokmuş, az da olsa bunun heyecanını yaşatmıştı. Ancak bu heyecan savaşta değil, savaşın eğitiminde hissedilmişti. Ya savaşta neler yaşanacaktı?

Kışlaya geri döndüklerinde güneş yavaş, yavaş kaybolmaya başlamış; gün batımıyla birlikte yüreklere yeniden bir hüzün bulutu çökmüş, düşünceler hüzün yumaklarıyla düğümlenmişti.

                   Alay komutanından akşamüzeri gelen haberde; Tümen Komutanı, Kıbrıs’a hareket edecek tabur seviyesinde bir birliğin hazırlanması emrini vermişti. Ertesi sabah alaya gelerek bu birliği denetleyecekti… İşte savaşa giden yolun başı görünmüştü! Bu yolun sonu nasıl bitecekti? Ölümle mi? Yoksa özgürlükle mi? Onu da zaman gösterecekti…Saatler günü bitirmiş, gecenin yarısı çoktan geçmişti. Alay Komutanı Kurmay Albay Cengiz, odasında topladığı birlik komutanlarına Kıbrıs’a gidecek Taburun; komutanın, tabur kuruluşundaki bölüklerin komutanlarının kimler olduğunu, onların emrine verilen takım komutanlarının, bölük astsubaylarının isimlerini tek, tek sıraladı. Her şey ne kadar çabuk gelişmişti?

                   Her şey bir rüyaydı sanki! Ancak tam tersine, yaşanan ne varsa gerçeğin ta kendisiydi…

Daha on gün öncesine kadar, mesleki kariyeri için harp akademileri sınavına hazırlanmayı kafasına koyan Üsteğmen Yıldırım; bu taburun bölük komutanlarından birisi olarak savaşa gitmekle görevlendirilmişti. Ama o çekirdekten askerdi. 12 yaşında giydiği üniforma, askeri okul disiplini içinde geçen çocukluk, gençlik yılları, almış olduğu eğitim; onu her türlü göreve hazır hale getirmişti zaten. Hem Teğmenliğinden beri Kıbrıs’ta görev almak için defalarca dilekçe vermemiş miydi?

Bu arada ne büyük bir tesadüftü ki! Kıbrıs’a savaşmaya gidecek bu taburun tabur komutanı olarak, Yıldırım Üsteğmenin Harbiye’deki bölük komutanı görevlendirilmişti. Yıldırım Üsteğmen subay çıktığı gün, diplomasını o zaman Yüzbaşı olan Turgay Binbaşının elinden almıştı. Kader işte! Yolları bir kez daha kesişmişti. Evet, savaşa gitmeye hazırdı, hazırdılar…

               Ya ülkemiz hazır mıydı? Takvimler 15 Temmuz 1974’ü gösterirken Kıbrıs’tan, Makarios’a karşı bir darbe gerçekleştirildiği Rumlar arasında bir iç savaş yaşandığı haberleri geldi! Bu darbenin asıl hedefinin kısa bir süre sonra adada yaşayan Kıbrıs Türklerinin tamamen yok edilmesi olduğu anlaşılacaktı. Çünkü Rumlar arasında çıkan bu iç savaşta Makarios’un görevine son vererek adada ‘’Helen Cumhuriyetini’’, kendisini de Cumhurbaşkanı ilan eden kişi; EOKA-B tedhiş örgütünün başındaki ‘’Türk Kasabı’’ lakabıyla tanınan Nicos Samson’dan başkası değildi. O azılı bir Türk katiliydi…

Radyolardan duyurulan, gazetelere boy boy yansıyan bu endişeli haber; artık savaşın kaçınılmaz olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Makarios’u görevden almışlardı ama ele geçirememişlerdi. Çünkü adadan gelen haberlere göre; Cumhurbaşkanı Makarios bir helikoptere binerek adadaki İngiliz üslerinden Agratur’a sığınmış, oradan da İngiltere’ye götürülmüştü…

                      Görünen oydu ki, Türkiye bu savaş atmosferine kilitlenmişti! Rumların adadaki soydaşlarımızı katlettikleri haberleri ülke gündemimizi iyice sarsmış, çeşitli illerimizde Yunanistan ve ada Rumları aleyhine mitingler yapılıyor, olaylar şiddetle protesto ediliyordu…Meydanlardan yükselen tek bir ses vardı; ‘’Ordu Kıbrıs’a…’’

                     Dönemin hükümetinin yapmış olduğu açıklamada;‘’Kıbrıs’taki soydaşlarımızı yalnız bırakmayacağız, adadaki haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz’’ denilmişti…

Bu arada hükümetin kamuoyuna yapmış olduğu şu duyuruda önemliydi: Kıbrıs’ta çıkacak bir savaşın, ülkemize sıçrama olasılığının kuvvetle muhtemel olduğu, böylesi bir durumda ‘’savaşa hazırlık tedbirleri’’ olarak neler yapılmasını gerektiğini, öncelikle hangi illerimizin savaş tehdidi altında bulunduğu sıralanmıştı…

                     İstanbul bu tehdidi hissedecek ilk ilimizdi! Çünkü Yunanistan’daki askeri cunta; Kıbrıs’ta çıkacak bir savaşın diğer tarafı olacağına göre, Atina’dan kalkacak savaş uçakları öncelikle İstanbul’daki askeri tesisleri, ülkemizin en gözde yeri olan dünya mirası İstanbul’u bombalayacaktı. Sonraki hedefleri ise; Trakya bölgemiz, adaya en yakın illerimizle, Ankara ve İzmir’di.

Adeta Mondros Mütarekesiyle işgal ettikleri yurdumuzun, ele geçiremedikleri bu vatan parçalarımızı bu defa havadan bombalayacaklardı..! Tabii ki, böyle bir şey asla mümkün değildi? Ülkemizin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetleri alarma geçmiş, tüm gücüyle verilecek her görevi yerine getirmeye hazır bekliyordu. Bu görevlerinden en önemlisi de şu anki vatan savunmasıydı…

                 Üsteğmen Yıldırım; eğitim alanında bölüğünü selamlar, selamlamaz; alay komutanın dün gece tebliğ etmiş olduğu emir çerçevesinde kısa bir konuşma yaptı. Sonrasında bölüğünün tüm subay ve astsubaylarını çağırarak, eksik kalan herhangi bir şey olmaması için takımların son kontrollerinin yapılmasını, Mehmetçiklerinin eksiklerinin olup olmadığının tespitini istedi. Bir de askerlerinden ailelerine yazılmış mektupları varsa onların da toplanması emrini verdi. Öyle ya! Bu mektuplar belki de onların ailelerine yazdıkları son sözleri, bir veda mektubu olacaktı!
"Kıbrıs" Diğer Yazılar