O GECE - 33

30.05.2021
Aradan yıllar geçti. Uzun, upuzun yıllar…

   Maria aynanın karşısına geçmiş kırlaşan saçlarına bakıyordu! Kırlaşan saçları, aradan geçen uzun yıllara rağmen, ona, yaşadığı o umutsuz günlerin hatırası gibiydi… O gece ile birlikte, yaşadıkları da aklına geldi… Ve Kıbrıs’a giderek o Türk subayını aramaya karar verdi…

   Dün gece Hiristo’suna Kıbrıs’a gitmek istediğini söylediğinde kocası o kadar şaşırmıştı ki! Ne söyleyeceğini bilemedi. Sessiz kalmayı, düşünmeyi tercih etti. Ama Maria, yıllar sonra da olsa bir kez daha Kıbrıs’a gitmek, orada yaşadığı anılarını tazelemeyi çok arzu ediyordu… İkisinin de, adada yaşayan hiçbir yakınları kalmamıştı. Dedesiyle, anneannesi çoktan vefat etmişti. Hiristo, zaten daha evlenmeden önce anne ve babasını kaybetmişti… Yani, görmek istedikleri kimseleri yoktu. Fakat, o esir kampı gibi barakada yaşadıkları, O’nu, bir mıknatıs gibi Kıbrıs’a çekiyordu… Esir düştüğü o gecede özellikle ona, kardeşine, dedesi ve anneannesi ile diğer esirlere insanca davranan, onların da insan olduklarını unutmayan o genç Türk komutanını hiç unutmamıştı… Nasıl unutabilirdi ki? Şu anda yaşıyorsa, mutlu bir evliliği, güzel bir oğlu, sımsıcak bir yuvası varsa; bütün bunları o genç Türk komutanına borçluydu Fakat, kendilerini özgürlüğe bıraktı o günden sonra, O’nu bir daha görememişti.? O komutan yaşıyor muydu? Yaşıyorsa neredeydi? En çok merak ettiği şey ise onun kim olduğu idi! Adını bile bilmiyordu…

             Kadınsı bir içgüdüyle bir türlü aklından çıkaramadığı şey de, o genç subay evlendiyse eşi nasıl birisiydi? Belki de o zaman evliydi! Nereden bilebilirdi ki? Gerçekten O’na karşı minnetle karışık, bağlılık duyuyordu. Bu duygunun aşk ya da sevda olmadığını da biliyordu. Bu, yaratanın her şart altında “ insan olarak kalabilenlere “ karşı hissedilen minnet duygusu idi…

              Bu duygu, yaşamının en zor döneminde ona yardım edebilen, hem de bütün esirlere, sadece insan oldukları için önem veren bir insana karşı, hissettikleri, minnet ile karışık bir bağlılıktı…

O’nu unutmak, aramamak, sormamak, insanlığı yaralayabilecek bir davranış şekliydi… Sonra, aklını kurcalayan, duygularıyla aklını birbirine karıştıran sorulara bir türlü sağlıklı cevaplar bulamamanın verdiği sıkıntı ile, bu soruların cevabını bulmak ve o insanı bir daha görüp boynuna sarılmak için adaya gitmeye karar vermişti… Uzun süre bu kararını uygulamak istedi, yapamadı… Kocasına nedenini söylese, yanlış anlaşılmaktan korkuyordu! Çünkü onun hissettikleri; hayatını bağışlayan, onu özgürlüğüne kavuşturan bu insanın kim olduğunu öğrenmekten öte bir şey değildi aslında…

Ama yine de bu konuyu her düşündüğünde, yüreği heyecandan yerinden çıkacakmış gibi olur; bu duygularına da bir anlam veremezdi… Esaretten özgürlüğe kavuştukları o sabahı bir kez daha hatırladı. Onun sözleri geldi aklına. Hiç unutmamıştı ki…

‘’Şu yolu görüyor musunuz? O yol hemen karşı tarafa, Rum bölgesine gidiyor. Bu yolu takip ederek sevdiklerinize kavuşabilirsiniz. Şimdi, hepiniz serbestsiniz. Bunun için tam bir saatlik zamanınız var. Bir saat sonra burada hiç kimse kalmayacak…’’

                   Kim neyi nasıl anlarsa anlasın! Evet, mutlaka oraya bir kez daha gidecekti. Birden bire savaş sonrasında o genç komutana hitaben yazdığı, eğer bir gün yeniden adaya dönerse ona versin diye komşusuna bıraktığı o mektup geldi aklına…

                 Acaba o komutan tekrar adaya gelmiş, o mektup eline geçmiş miydi? Mektubu okuduysa nasıl davranmıştı? Onu arayıp, sormuş muydu? Bu sorular yumağına daha fazla karşı koyamamış, nihayet kocasına konuyu açmış, adaya gitmeye karar vermişlerdi.

                   Sevgili eşi, oğlu ve kendisi Atina’dan uçağa bindiğinde, toprağı bol olsun, babasının onu genç bir kızken Kıbrıs’a dedesinin yanına gönderdiği gün canlandı gözlerinde…

Öğrencilik yıllarında tutuklandığı dönem aklına geldi. Yaşadığı ülke cunta dönemini yaşarken gençlerinin, cuntacılara karşı nasıl direndiğini, özgürlükleri için neleri göze aldığını, ne olaylar yaşadığını hatırladı. Hele ki gördüğü işkenceleri hatırladığında tüyleri diken, diken olmuştu…

                   Uçak hareket ettiğinde, Maria’nın içini zapt edemediği bir heyecan dalgası sarmıştı… O Türk Subayı’nı görebilecek miydi? Konuşabilecek miydi? O’na ne diyecekti? O’nun yaptıklarına böyle mi karşılık vermeliydi? Adada onu bekleyen neydi? Nelerle karşılaşacaktı? Bu düşünceler içinde adaya oldukça yorgun gelmiş, Lefkoşa havaalanına inmişlerdi… Oradan kiraladıkları bir araç ile önce kalacakları otele hareket ettiler. Adada fazla kalmayacaklardı…

Öncelikle dedesinin köyünü, onların Lefkoşa’daki mezarlarını ziyaret edecekler, sonra da Maria’nın esir düştüğü yere gideceklerdi… Araç kalacakları otele doğru giderken, aracın şoförü adanın kuzey, güney bölgelerinde iki ayrı devlet olduğunu, adanın ikiye bölündüğünü anlatıyor, Kıbrıs’ta artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını söylüyordu… Maria, araç şoförüne Kıbrıs’a yıllar önce geldiği kaldığı köyün Sihari olduğunu, şimdi bu köyün hangi tarafın elinde olduğunu sordu.

Şoför;

- Orası artık bir Türk köyü… Adı da; Kaynakköy oldu, dedi.

   Bu cevap, Maria’nın içini acıtmıştı! Atalarının doğduğu, genç kızlık döneminin en çalkantılı yıllarında ona kucak açan, Hiristosuyla tanıştığı, âşık olduğu, kilisesinin bahçesinde gizlice buluştuğu bu köy; demek ki artık onun köyü değildi…

     Umutsuz bir ses tonuyla;

- Yaaa!!! Diye cevapladı.

Sonra da şoföre;

- ‘’Pekiyi, oraya gitsek bizi alırlar mı? Diye sordu.

Şoför neden dercesine hayretle baktı!

- Niye gideceksiniz ki? Oralarda size ait hiçbir şey kalmamıştır, dedi.

     Maria da şoförün bu cevabına çok kızmıştı!

-   Ne var canım? En azından anılarımız var, onları da almadılar ki, dedi.

                  Araç kalacakları otele gelmişti. Maria, eşi ve oğlu odalarına yerleştiler. Maria, Daha yorgunluklarını üzerlerinden atamadan, bir an önce köye gitmek, gençlik yıllarını yaşadığı o yerleri son bir kez daha görmek istiyordu. Ama en çok da esir düştüğü o yeri merak ediyordu! Aslında merak ettiği şey; o genç Türk komutanın ne olduğu idi?

                  Otelden çıktılar. Kaldıkları otel Lefkoşa’nın Rum kesimindeydi. Bindikleri aracın şoförüne adanın kuzeyine gitmek istediklerini söyleyip, onları kuzeye geçecekleri sınır kapısına götürmesini istediler. Şoför meraklı gözlerle baktı! Maria hiçbir şey söylemedi. Hareket ettiler…

                     Lefkoşa’nın Türk kesimine geçecekleri sınır kapısına geldiklerinde, araçlarından inip, oradaki görevlilere doğru yürüdüler. Önce Rum polisinin, sonra da adanın kuzey bölgesine geçişi kontrol eden Türk polisinin kontrolünden geçtikten sonra, dedesinin köyüne gidebilecekleri bölgeye geçmişlerdi…

                   Rum tarafından, Türk bölgesine açılan sınır kapısından girerken; oradaki görevliler gayet nazik davranmışlar, pasaportlarına geçişe uygundur damgasını vurup, onlara ‘’hoş geldiniz’’ bile demişlerdi. Sınır kapısında; ‘’Ledra Palas’’ yazıyordu…

                   Maria; adaya gelmeden önce kendisine anlatılan, Türk bölgesine geçerken karşılaşacakları olumsuzluklarla, burada gördüğü güzel muamele arasında hiçbir benzerlik olmadığını görmüş, oldukça da şaşırmıştı! Hani Türk bölgesine geçerken, Rumlara çok kötü davranıyorlar, hakaret ediyorlardı? Hiç de böyle bir şey yaşamamışlardı.

                 Bir an esir düştüğü o gece sonrasında, özgürlüklerine kavuştukları günlerde televizyona çıktığı gün aklına geldi. Aynı gece onlarla esir düşen papazın, o gün televizyonda söyledikleri aklına geldi! Hiç yaşamadıkları halde, Türklerin onlara nasıl kötü davrandığını, işkence yapıp, genç Rum kızlarına tecavüz ettiklerini söyleyerek türlü yalanlarla Türk askerlerini suçlayan o papazın söylediklerini hatırladı… Ne çok üzülmüştü! O gün her şeyin doğrusunu açıklamış olsa da, insanların çoğu o papazın söylediklerine inanmıştı. Çünkü yıllardan beri Yunanistan’da yetişen çocuklara Türklerin çok kötü insanlar olduğu anlatılırdı… Ama o, genç kızken esir düştüğü o geceden beri Türkleri o kadar iyi tanıyordu ki. Onlar, hiç de anlatıldığı gibi kötü insanlar değildi. Tam tersine onlar; onu hayata bağlayan, özgürlüğüne kavuşturan kahramanlarıydı…
"Kıbrıs" Diğer Yazılar