O GECE - 32

29.05.2021
Mademki Abdullah Çavuş Rum kesiminde çalışıyordu! O halde onun Rum Kilisesine ulaşması da çok kolaydı. Yıldırım Binbaşının aklına o gece esirlerin arasında bulunan Miamilya Köyü Kilisesinin Papazı Stavros gelmişti! Bu papaza ulaşılırsa, o gece birlikte olduğu diğer esirlere ulaşması da mümkün olabilecekti! Bu düşüncesini anlatmak üzere o gün Abdullah Çavuşun yanına gidip, yıllardır içinde sakladığı bu durumu anlattığında; Abdullah Çavuş ağzı bir karış açık, onu dinlemiş, sonunda;

- Vay be Komutanım! Sen nasıl bir insansın böyle? Yıllardan beri bu sorunun cevabıyla yanıp tutuşmuşsun öyle mi?’’ demişti.

Sonra konuyu bir kez daha konuştular! Nihayetinde Abdullah Çavuş ikna olmuştu. Miamilya Köyünün o dönemdeki papazını bulacağı sözünü verdi.Tabii o papaz yaşıyorsa eğer?

‘’Ya yaşamıyorsa?’’ diye düşündü Yıldırım Binbaşı! Ama bu onun için son şanstı! Çünkü bundan sonrası olmayacak, yıllardır merak ettiği beynini kemiren bu sorunun yanıtını bir daha hiç öğrenemeyecekti…

   Aradan tam bir buçuk ay geçti! Abdullah Çavuştan hiçbir haber çıkmamış, Yıldırım Binbaşı da ona söz verdiği gibi bu durumu ona bir daha sormamıştı! Nihayet bir gün makam odasında günlük işlerle meşgul olurken, Yıldırım Binbaşının makam telefonu uzun uzun çaldı! Binbaşı Yıldırım telefonu kaldırdı!

Telefonun ucundan Abdullah Çavuşunun sesi duyuldu;

- Komutanım sana o konuyla ilgili sevineceğin bir haberim var, dedi.

Binbaşı Yıldırımının heyecandan nutku tutuldu, bir süre konuşamadı!

   Sonra titreyen bir ses tonuyla;

- Abdullah çabuk konuş! Gerçekten de ulaştın mı onlara?

     Abdullah Çavuş;

-   Evet Komutanım. Stravros’u buldum! Yaşıyormuş. Her şeyi hatırlıyor. Onunla konuşarak, Maria’nın yaşadığı evi de öğrendim, dedi.

   Yıldırım Binbaşı, telefonun diğer ucundan;

- Aman Allah’ım, aman Allah’ım bu bir mucizeeee!!!! diyerek bağırmaya başladı…

     Binbaşının bu bağırışı üzerine odaya muhafızı girdi;

-   Emredin komutanım! Bir şey mi istediniz? Dedi.

   Binbaşı Yıldırım;

- Yok oğlum! Sevinçli bir haber aldım da, dedi.

     Sonra da telefonda bekleyen Abdullah Çavuşa seslendi:

-   Abdullah bekle beni, hemen oraya geliyorum, dedi.

   Yıldırım Binbaşı arabasına atladığı gibi, soluğu Abdullah çavuşun yanında almıştı; Kucaklaştılar. Binbaşı Yıldırım, Abdullah Çavuşun karşısında duran sandalyeye oturur oturmaz;

   - Sana minnettarım Abdullah. Hadi anlat ne oldu? Nasıl ulaştın onlara? Ne yapıyorlar Şimdi? Maria’yı gördün mü?’’ diyerek, sorularını peş peşe sıraladı.

     Nefes dahi almamıştı… Abdullah Çavuş onun bu halini görünce;

- Dur be Komutanım! Biraz sakin ol. Sırasıyla anlatacağım her şeyi, dedikten sonra.Yıldırım Binbaşının biraz sakinleşmesini bekledi, ona bir limonata ikram etti.

     Ve tane, tane anlatmaya başladı;

- Önce Rum Patrikhanesine gittim. Savaşta Miamilya Kilisesinin Papazı olan Stavros’u sordum. Yaşıyormuş. Ama neden aradığımı söylemeden, onun nerede görevli olduğunu söylemeyeceklerinde ısrarlı oldular! Ben de 1974’te yaşanan savaşta o bölgede mücahit olduğumu, savaş sırasında Papaz Stravros’a ait çok özel bir iki eşyasının kendisinde bulunduğunu, bu eşyaları ona vermek istediğimi söyledim. Önce bana inanmadılar! Ben de bunun üzerine bu konuyu Rum basınınla paylaşacağımı, bu insani görevimi yerine getirmeme Rum Patrikhanesinin mani olduğunu açıklayacağımı söyleyince, bana bu papazın görevli olduğu yeri söylediler. Lefkoşa’daymış. Hemen Rum bölgesinin yanı başındaki Büyük Kaymaklı Rum Köyünün yakınındaki Eğlence köyü kilisesinde görev yapıyormuş.

Yıldırım Binbaşının bu dinledikleri karşısında dili damağı kurumuştu;

-   Demek ki papaz yaşıyor ha! O zaman o gün serbest kalan esirlerin akıbetlerini de biliyordur, dedi.      

   Abdullah Çavuş;

-   Evet, komutanım biliyor! Her şeyi anlattı, dedikten sonra;

- Hatta sizin ısrarla öğrenmek istediğiniz o Rum kızı Maria’nın nerede olduğunu da, söyledi.

   Yıldırım Binbaşı bu cevabı duyunca; iyice heyecanlanmıştı! Kalbi yerinden fırlayacaktı adeta! Büyük bir merakla sordu:

-   Ne olmuş peki onlara? Maria neredeymiş? Hayatta mıymış? Diye sordu.

   Abdullah Çavuş;

- Siz, o gün esirleri serbest bıraktıktan sonra hepsi sağ salim Rum bölgesine ulaşmışlar. Daha sonra da ailelerine kavuşmuşlar, dedi.

Binbaşı Yıldırım sesi titreyerek sordu;

- Ya Maria?

     Abdullah Çavuş bir an Yıldırım Binbaşıya baktı! Biraz yutkunduktan sonra;

-   Maria da yaşıyor be Komutanım, gözünüz aydın, o da hayattaymış. Ama adada değil artık! Yunanistan’a göç etmiş ailesiyle…

     Yıldırım Binbaşı öylesine heyecanlıydı ki! Abdullah Çavuşun söylediklerinin tamamını anlayamamış, sadece Maria’nın hayatta olduğunu duyabilmişti…

     Sonra heyecanla bir kez daha sordu;

- Tamam, anladım yaşıyormuş. Ama Maria adanın neresinde yaşıyormuş Abdullah? Diye sordu…

Abdullah Çavuşun;  

-   O artık adada değil komutanım! Maria, ailesiyle birlikte adadan ayrılmış. Yunanistan’a Atina’ya göç etmişler.

Cevabı duyan Yıldırım Binbaşı, önce sapsarı oldu. Sonra da, sadece kendisinin duyabileceği bir sesle;

-   Öyle mi? Ama olsun yaşıyor ya! Diyebildi…

   Abdullah Çavuş;  

-   Daha anlatacaklarım bitmedi komutanım. Size yazılmış bir de mektup var! Dedi.

   Yıldırım Binbaşı, üzgün bir ses tonuyla;

-   Ne mektubu Abdullah? Dedi.

   Abdullah Çavuş;

-   Komutanım, adadan ayrılmadan önce Maria size bir mektup yazmış! Evinin yanında oturan Rum kadına teslim etmiş. Sanki sizin tekrar dönüp onu arayacağınız içine doğmuş gibi…

Yıldırım Binbaşı bu duydukları karşısında şoka girmişti! Yıllarca cevabını aradığı sorular yanıtını bulmuş, ayrıca Maria’nın kendisine hitaben yazdığı bir de mektup bıraktığını öğrenmişti. Önce ayağa kalktı! Sonra tekrar oturdu… Abdullah Çavuştan bir bardak su istedi. Abdullah’ın getirdiği soğuk sudan bir iki yudum aldıktan sonra;

- O mektup yanında mı? Diye sordu…

     Abdullah Çavuş iç cebinde sakladığı mektubu çıkararak;

   - Buyurun Komutanım. İşte burada, dedi.

   Yıllar önce yazıldığı anlaşılan, rengi sararmış bir mektup zarfını Yıldırım Binbaşıya uzattı…

     Binbaşı Yıldırım, elleri titreyerek zarfı açtı! İçerinden İngilizce yazan uzunca bir mektup çıktı! O da sararmıştı…

   Yıldırım Binbaşı, pusulada yazılanları yavaşça tercüme etmeye başladı;

               ‘’ Biliyorum, bir gün sen bu topraklara yeniden dönecek, bana ulaşıp nasıl olduğumu öğrenmek isteyeceksin! Özgürlüğümüzü bağışladığın o günden sonra, hayatım değişti, Hristo’ma kavuştum. O da yaşıyormuş; evlendik. Şimdi mutlu bir hayatımız, küçük bir de oğlumuz var. Bizlere sahip çıkıp, koruyup, kollamasaydın, bu günleri asla göremeyecektim! Sen nasıl bir insansın ki, o gece bizlere pek çok kötülükler yapılabilecekken, hepimiz aç susuz, ölümün kıyısındayken, sen bize hayatımızı bağışladın.

                   Bir şeyi daha anlatmak isterim! Sen bizlere hayatımızı bağışlayıp, kendi yiyecek ve içeceklerinizden ikram ederken, aynı tarihte bizim askerlerimizin Muratağa ve Atlılar köylerinde bizim durumumuzda ki insanları diri, diri toprağa gömdüklerini öğrendiğim zaman kahroldum. Onlar insan olamazlardı! Bize Barbar diye tanıtılan siz Türk’ler, savaşın o acımasızlığı içerisinde hepimize insanlık dersi verirken, Helen medeniyetinin temsilcisi olduklarını ilan eden benim ırkımın insanları, tarihinin en büyük suçunu işlemişti!

                 Yaşadıkça seni asla unutmayacağım. Bizim yaşadıklarımız iki genç insanın duygusal bağlılığı sadece. O süreçte yaşanan bir aşk, bir sevgi değil. Sadece insan olabilmemizi anlatan çok özel bir şey! Bu duygumu tarif edemiyorum. Ama bil ki, seni yaşadığım müddetçe hep seveceğim cesur Türk. Senin de böyle düşündüğünü tüm kalbimle hissediyorum.

                     Yaşadığım bu duyguları adlandıramıyorum ama şunu çok iyi biliyorum ki; sen ve arkadaşların bize savaşta dahi insan olmanın en özel duygularını yaşattınız. Belki seni bir daha göremeyeceğim Ama bil ki, yaşadığım bu gerçeği herkesle paylaşıyorum. Onlara seni, senin askerlerinin yiğitçe davranışını anlatıyorum.

                   Adını dahi bilmediğim cesur Türk Sana minnettarım. Sen benim hayatımın kahramanı, mutluğumu veren insansın. İnan ki, bende seni çok merak ediyorum. Nasılsın, ne yapıyorsun bilmiyorum. Ama şunu bil ki, seni hiç unutmadım. O çakmak, çakmak bakan gözlerini yeniden görebilmek umuduyla. Maria…’’

                     Mektubun arasında solgun, kurumuş bir de yasemin çiçeği vardı… Yıldırım Binbaşı sicim gibi akan gözyaşlarını sildi… Abdullah Çavuşla göz, göze geldiler! Abdullah Çavuş; bakışlarından komutanının neler hissettiğini anlamıştı. Yavaşça sandalyesinden kalktı, odadan çıktı.Yıldırım Binbaşıyı anılarıyla yalnız bıraktı… Binbaşı Yıldırım’ın içinde tarifi imkânsız bir boşluk oluşmuştu! Nedenini anlayamadığı bir boşluk? Yıllardır aradığı her sorunun cevabı bir anda karşına çıkmıştı, bu boşluk ondan olmalıydı diye düşündü. Çünkü artık beynini kemirecek hiçbir şey kalmamıştı! Her şey yerli yerine oturmuş; ‘’Özgürlüğe Giden Yolun’’ sonu belli olmuştu…

                   Aslında bu yol, yaşamla-ölüm arasında sıkışıp kalanları özgürlüğe taşıyan yoldu. Onlar yıllar önce o gece, o yerde yaşanan her ne varsa, bu yolculuğa hep birlikte çıkmışlardı. Kimileri hayatta kalabilmenin yoluna koşmuş, kimleri özgürce yaşam uğruna savaşanlara destek olmuş, kimileriyse kendilerinden aman dileyen insanlara, insanca davranmış; savaşa inat, insanlığını unutanlara muhteşem bir insanlık dersi vermişti… Ama her ne olursa olsun savaşın içinde yaşanan bu gerçeğin günü geldiğinde; bir gün kitap olarak insanların karşısına çıkacağını, romanın kahramanı dahi düşünmemişti. ‘’Özgürlüğe Giden Yol’’;

                  Savaşın tüm acımasızlığına rağmen, hayatta kalabilmek adına düşmanından aman dileyerek teslim olanlara, insan gibi davrananların hep birlikte yaşadıkları gerçeğin kendisiydi…

             Yıldırım Binbaşı yavaşça doğruldu; ufuk hattına doğru baktı! Güneş yavaş, yavaş batıyordu. Beşparmak dağlarından kopup gelen, insanın içini rahatlatan hafif bir esinti çıkmıştı… Giderek kuvvetlenen bu rüzgâr; sanki çok ama çok uzaklardan bir haber vermeye gelmiş gibi; dolaşmış, dolaşmış, en nihayetinde Lefkoşa sokaklarında da esmeye başlamıştı…

               Binbaşı Yıldırım; elinde tuttuğu mektuba, yasemin kurusu çiçeğe uzun, uzun baktı… Aniden onları rüzgâra doğru fırlattı! Sonra da arkalarından;

- Hoşça kal Maria! Hayatın hep mutlulukla dolsun, diye bağırdı.

   Rüzgâra takılan mektup; yasemin çiçeğiyle birlikte yükseldi, yükseldi, yükseldi! En nihayetinde, ‘’Özgürlüğe Giden Yolda’’ gözden kayboldular… Aynen Maria gibi… O da yok olmuştu. Tüm arama – tarama sonuçsuz kaldı. Maria, sanki yer yarılmış, yerin altında kaybolmuştu…
"Kıbrıs" Diğer Yazılar