O GECE - 11

06.05.2021
Gidiyordu, ikinci görev yerine doğru… Gidiyordu, gurbeti ve yalnızlığı gönlünde hissede ede, Ankara üzerinden Erzurum’a… Erzurum’a ilk defa gidiyordu. Merak ettiği bir şehirdi…

Tren Erzurum garına girdiğinde ortalık henüz sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanmış, birkaç yolcunun dışında kimseler yoktu….12500 kişilik nüfusuyla Doğu Anadolu bölgemizin en soğuk yerlerinden birisiydi Eleşkirt…

                           İlçe merkezinin tam da orta yerinden geçen İran transit yoluyla, ilçenin hemen girişine kurulu askeri lojmanları, subay gazinosu, sağlık ocağı, ilçe merkezi olduğu anlaşılan yegâne meydanıyla, Kaymakamın, Belediye Başkanının, Jandarma Kumandanının makamlarının bulunduğu Hükümet Binasıyla, Eleşkirt…İlçe meydanının sağında, solunda birkaç bakkal, bir kasap, bir berber, bir doktor muayenehanesi, bir veteriner, inşaat malzemeleri satan bir hırdavatçı; bunlara ilaveten sigara dumanından içerisi adeta görülmeyen bir sürü kahvehane…

                 İlçe merkezine bağlı kerpiçten kurulu köyleriyle, tezek yığınlarının dumanlı kokularıyla, koyunlarıyla, inekleriyle Eleşkirt bundan ibaretti… Ama bu ilçenin bir de simgesi vardı! Adı; Köse Dağdı…Sakın yanlış anlaşılmasın! Bu ne bir lakaptı, ne de bir ağa adıydı… Bildiğimiz bir dağın adıydı; Köse Dağ…

                 Bölgede tüm haşmetiyle tanınan Ağrı dağına eşlik eden yavrusuydu adeta. Gün doğumunda arka yüzü Kars’ı, ön yüzü önce Ağrı dağını sonra da ilçede yaşayanları selamlardı. Aslında bu simge dağın bu bölgeye tayin edilen devlet memurları, subay ve astsubayları için önemli bir anlamı vardı!

Çünkü yüksekliği 3433 metre olan bu haşmetli dağ üç kez karla kaplanıp, üç kez de toprak rengini aldığında; buraya gelenlerin görev süresi bitmiş, ülkemizin batısına tayin olma dönemi gelmiş olurdu…

Üsteğmen Yıldırım; İstanbul’da tanışıp evlendiklerinin hemen sonrasında Samsun’a gelin gelen, burada kurdukları yuvada bir yıl dahi kalamadan Eleşkirt’teki lojmanda eşiyle birlikte geçirdiği üç yılı düşündü bir an! Yıllar ne kadar çabuk geçmişti…Ama bu yılların en önemli armağanı 11 Temmuz 1971’de dünyaya gelen kızı olmuştu. Onu İstanbul’da doğar doğmaz daha dokuz günlükken getirmişlerdi bu bölgeye… Güzel gözlü kızını adeta karların, buzların arasında büyütmüşlerdi. Bazen ‘Eyleşkürtlü’ kızım diye seslenirdi ona… O da ‘’Babaçitom’’ diye karşılık verirdi. Yüzünü keyifli bir gülümseme kapladı. Eşini ve kızını ne çok seviyordu. Her ikisi de onun her şeyiydi.

                     Burada halk arasında anlatılan efsaneye göre; Alparslan Han Anadolu’ya ilk ayak bastığında, Malazgirt Savaşı öncesinde otağını kuracağı yer aranırken; bu bölgeye gelen Akıncı Komutanlarının yörede yaşayanları görünce: ‘’Hele bir ‘Eğleşin Kurtlarım’’ diye seslendikleri, ondan sonra da buraya ‘Eyleşkurt’ adının verildiği anlatılmıştı…Halk ağzı işte! Geldiği ilk yıl köyleri dolaşırken işitmişti bu öyküyü. Aslında bölge halkının nüfus yoğunluğu Kürt kökenli vatandaşlarımızdan oluşuyordu. ’Kurt’, ‘Kürt’ kelimelerinin çevrenin ağır doğa şartlarına uyumu da düşünüldüğünde; ‘’Eyleşkurt’’ tanımı; bu hikâyeyi oldukça gerçekçi kılıyordu...

                      Gecenin ilerleyen saati, ayazıyla birleşmiş; göz kapakları uykunun verdiği ağırlıkla yavaş, yavaş kapanmaya başlamıştı. Ama uyumamalıydı! Alayda tuttuğu bu son nöbeti de olsa uyanık kalmalı, hatta nöbet yerlerini tek tek dolaşmalıydı…

Dışarıda bekleyen habercisine seslendi:

--’Bak oğlum, bana bir demlik çay getir.

Haberci emri alır almaz:

--Emredersiniz Komutanım, diye yanıtladı. Ama bir taraftan da; ‘’Eyvah! Bu gece işimiz zor! Yıldırım Üsteğmenim hiç uyumaz artık’’, ‘’Mutlaka sabaha kadar tüm nöbetçileri kontrol eder.’’ Demeden de edemedi…

                 Demliğin sıcaklığı elini de, içini de ısıtmıştı. Bir ara yerinden kalkıp, nöbet yerlerini dolaşmayı düşündü ama gece uzun, henüz saat daha çok erkendi. Devriyeye sonra çıkarım diyerek, bir çay daha doldurdu. Çaydan bir yudum daha aldı. İçi ısınmış, iyi gelmişti… Bu arada nöbetçi subayı odasına süzülen dolunay ışığı son nöbet gecesine ayrı bir gizem katmıştı.

               Gecenin soğuğunu, düşüncelerinin sıcaklığıyla ısıtmak istese de beceremedi! Ancak dolunayın güzelliği, onu da etkisine almış burada yaşadıkları üç yıl beyninde ardı, ardına uçuşmaya başlamıştı…

Gerçekten de zor bir üç yıl geçirmişlerdi… Öylesine zorluklar yaşamışlardı ki! Kendisi bile bu kadarını tahmin edememişti. Bu meşakkatli dönemde, özellikle de eşinin gösterdiği dayanıklılığa, metanete hayran kalmıştı. Eee… Subay eşi olmak kolay değil diye düşündü! İkisi de genç yaşta evlenmişlerdi. Kurdukları bu yuvayı birlikte büyüyerek, büyüteceklerdi. Her ne yaşıyorlarsa yaşasınlar; zor da olsa, kolay da olsa bunların tamamı yaşam geleceklerinin temelini oluşturacaktı… Doğu Anadolu’da yaşam gerçekten de zordu! Bu zorlu yaşam içinde büyütmeye çalıştıkları küçük kızıyla birlikte geçen o üç yılda neleri, nasıl yaşadığını bir onlar, bir de Allah biliyordu!

                   Hiç unutamadığı şey de; bu karlı coğrafyaya geldiğinde henüz bir aylık bile olmayan kızı için gereken sütün, yumurtanın, etin, sebzenin, meyvenin v.b. yiyeceklerin yeterince bulunmayışıydı. Bir de her gece 23.00 den sonra tasarruf nedeniyle ilçenin tamamında kesilen elektrik yokluğunun yarattığı sıkıntı bu zor yaşama eklendiğinde; o buz gibi soğuk gecelerin çoğunu ailece battaniye altında geçirmişlerdi. Hele ki bu son yılın soğuğu öyle böyle değil, kutuplardan farksız bir kış yaşatmıştı onlara! Bir ara hava sıcaklığı -52 dereceye kadar düşmüş; oturdukları lojmanın kuzeye bakan duvarı tamamen buz tutmuştu…

Ne kıştı ama! Elinde olmadan gözleri buğulandı… Bu kış şartlarında oturdukları lojmanların ısıtılmasında kullanılan fueloil yakıtının, ülkede yaşanan ekonomik zorluklar nedeniyle yeterince gelmediğini, bulunamadığını düşündüğünde; beyninde uçuşan o zor yaşam bir kez daha dondu!

                   Aklından gitmeyen önemli bir şey de; oturdukları lojmanda kullandıkları termosifonun suyunu ısıtabilmek için Eleşkirt deresi boyunca sıralı söğüt ağaçlarının dallarından kestiği odun parçalarını banyo da yakmalarıydı. Zira bölgede odun ve kömür altın değerindeydi, bulmak adeta bir mucizeydi..!

               Bu kış yöresinde geçirdikleri üç yıl boyunca, yanlarında aile büyüklerinden hiç kimse olmamış! O zorlu yaşama, küçük kızıyla birlikte yaşadıkları tüm sıkıntılara, eşiyle birlikte çare bulmuşlardı…

Hayat böyle bir şeydi işte!

                 Kimilerinin yanında aile büyükleri vardı. Kimilerinin yanında ise ne aile büyükleri, ne de akrabadan biri! Onların yanında sadece kendilerine olan güven, birbirlerine karşı besledikleri sevgileri vardı. Aslında eşi hem annesini, hem de babasını çok küçük yaştayken kaybetmişti. Ya kendi annesi, babası neredeydi? Onlar hayattaydı ama annesi sadece bir kez kısa bir süreliğine, o da yaz mevsiminde yanlarına gelmiş, çok kalmadan da İstanbul’a dönmüştü! Daha fazla düşünmek istemiyordu! Çünkü düşündükçe aklına gelen ailevi konular, giderek içinden çıkılmaz bir hal alıyordu..!

Saatine baktı!

Akreple yelkovan, yarış edercesine sabahın ilk saatine doğru oldukça yaklaşmıştı… Üç uzun yılını sorgulayan bu bitmez gecenin saatleri birer, birer tükenmiş, gecenin yorgunluğuyla birlikte göz kapaklarına çöküvermişti. Devriyeye çıkmaktan vazgeçti, battaniyesine biraz daha sarıldı. Gecesinin kalanı uykuyla birleşmiş; birkaç saatliğine de olsa onu düşünceler derinliğinden, uykunun sessizliğine çekivermişti… Artık Eleşkirt yılları bitmişti. Bundan sonraki yaşam, onları Ankara’nın Çubuk ilçesinde bekliyordu.

             Ama olmamıştı! Çubuğa gelmişlerdi ama kavuşamadan hayat onları savaş denen bilinmezin içine çekivermişti. Önlerinde sonu bilinmeyen bir hayat, nereye gideceği belli olmayan bir yol vardı. Bu yolun adı ne olacaktı? Onun adını da kader koyacaktı…

   Günün ağarmasıyla birlikte Yıldırım Üsteğmen bu düşünceler yumağını geride bırakmıştı… Bulundukları bölge bir anda düşman topçusu tarafından ateş altına alındı… İşte savaşın o acımasız yüzü tam da karşılarındaydı… İnşallah bu cehennemi ortamdan sağ salim çıkarız diye dua ettiler.

Saatler, saatleri kovalamış; savaş meydanlarının yiğit askeri kahraman Mehmetçikler, verilen hedefleri bir, bir ele geçirmişti. Ama bu arada zayiat da vermişlerdi…

Üsteğmen Yıldırım; bölük telsizi aracılığıyla, takım komutanlarına ulaşmaya çalışsa da bir türlü muvaffak olamadı. Muhabere takım komutanı Teğmen Vecdinin, irtibatı sağlamak adına araziye serdiği telefon hattı, yanan otlar arasında kavrulmuş, telefonla irtibat da sağlanamaz olmuştu.    

   Yapılacak tek bir şey kalmıştı! Onu yaptılar, haberci kullandılar.

Üsteğmen Yıldırım, habercisini yoğun düşman ateşine rağmen sürüne, sürüne hemen yanı başındaki takım komutanının yanına göndermiş; herhangi bir zayiatı olup, olmadığını sormasını istemişti. O takımdan birkaç hafif yaralının dışında şehit haberi gelmedi. Diğer takımlardan da aynı haberi alan Üsteğmen Yıldırım, derin bir oh çekti… O esnada hemen önündeki arazide taarruza devam eden uçaksavar makineli tüfek manga komutanı Karslı Ahmet Çavuşu gördü. Ahmet Çavuş, mangasıyla birlikte ilerlemeye devam ediyordu.

Ama görünen manzara da aynen şöyleydi: Manga Komutanı Ahmet Çavuş, 12,7 mm’lik uçaksavar makineli tüfeğinin ana gövdesini omuzlamış, çift şarjör mermi şeritlerini de gövdesine çapraz asmış, kavradığı üç ayağıyla birlikte bir taraftan ileriye sıçrıyor, diğer taraftan da:

- Haydi, aslanlarım az kaldı. Şu karşı sırtı da ele geçirdik mi? Görevimiz tamamdır, diyerek manga personeline emirler veriyor ama en çok da örnek oluyordu.

   Yıldırım Üsteğmen gördüğü manzara karşısında çok duygulanmıştı! Çünkü Ahmet Çavuş’un sırtladığı uçaksavarın gövdesinin, kavradığı üçayağının, bedenine doladığı iki şerit mermi şarjörünün toplam ağırlığı neredeyse kendi ağırlığının iki katından fazlaydı.

   Bu yiğit asker bu gücü nereden alıyor, böylesi bir cesareti nasıl buluyor?, diye düşündü. Sanki Çanakkale savaşının Seyit Onbaşısı, Üsteğmen Yıldırım’ın karşısındaydı.

215 kiloluk o mermiyi kaldıran o yiğit insanın iman gücüyle, Ahmet Çavuş’un iman gücü arasında ne fark vardı? O inanç, o güçlü görüntü 1915’ten sonra şimdi de; ata yadigârımız Kıbrıs adasına yansımış. Dikomalar bölgesinde Allah, Allah seslerine karışmıştı…

                    Kısa bir sürede düşman mevzileri tamamen ele geçirilmiş, Ay Yıldızlı Al Bayraklarımız Rum mevzileri bölgesinde dikilmişti. Bu seyrine doyum olmaz gurur verici bir manzaraydı. Ama bölüklerden ilk şehit haberleri gelmeye başladığında, taburun tüm personelinin yüreklerini derin bir sızı kaplamıştı. Güneşin gülen yüzü dahi yavaşça solmuş, günün son ışıkları Beşparmak Dağlarını örterken, yaşanan o uhrevi ortam tabiat anayı da etkilemişti… Taarruz arazisi sessizliğe bürünmüş, yaprak bile kıpırdamıyordu! Bu sessizliği, arkadaşlarını kaybeden Mehmetçiklerin, Komutanların acılı yürek sesleri bozuyordu. Birbirlerine seslenerek, habercilerle bu acı haberleri vererek, kader arkadaşlığının vefasını gösteriyorlardı. O korkusuz yüreklerin acısı gün batımına da sinmiş, geride kalanların yüreklerini kavurmaya yetmişti. Ama takdiriilahî buydu; kimisi şehit, kimisi gazi olacaktı. Alın yazıları neyse onu yaşayacaklardı.

   Gece burada geçirilecekti. Çepeçevre emniyet aldılar… Üsteğmen Yıldırım ve taburun diğer subayları düşünceleriyle baş başa kaldılar…

   Geceyi aydınlatan yıldızların biri sönüyor, diğeri parlıyor; şahadet mertebesine erişenleri selamlıyor, sonsuzluğa giden bu yiğitlerin yolunu aydınlatıyorlardı. Tam da o esnada inceden, inceye dua okuyan bir ses duyuldu! Herkes, her şey susmuştu. Hatta çevreden gelen silah sesleri bile… Bu ses yüreklere dokunuyor, savaşta yaşananlara, verilen kayıpların acısına, uhrevi bir duygu yoğunluğu katıyordu. İnsanın yüreğine dokunan ince ama sımsıcak bir sesle söylen bir ağıttı bu…
"Kıbrıs" Diğer Yazılar