O GECE - 10

05.05.2021
Gonca Gülüyle birlikte beğenip almışları alyanslarını… Hayatta kalır da Türkiye döndüğünde parmağında yüzüğünü göremediğinde ona ne söyleyecekti? Yıldırım Üsteğmenin o anda, içine bir korku düştü! ‘Kendini sanki ertesi gün ölecekmiş gibi hissetmişti!’

Üsteğmen Yıldırım; uzun bir süre daha el yordamıyla eşinin adı yazılı alyansını kireçlerin arasında aradı aradı… Ama gecenin karanlığında bulması imkânsızdı. Hayatta kalır da Türkiye’ye dönmek kısmet olursa, bu durumu Gonca’sına bakalım nasıl açıklayacaktı?

Ertesi sabah erkenden yola çıkmak için hazırlıklarını yaptılar, kalan bir iki saati de istirahat ederek geçirmek istediler. Bunun içinde birliklerin emniyeti almak adına çevre nöbetçilerini iki kat arttırdılar. Bir baskına maruz kalmak istemiyorlardı. Geceyi konakladıkları bu bölgede geçirmek, az da olsa onlara soluk aldırmıştı.

Gökyüzü yıldız, yıldızdı… Ama geceye eşlik eden silah sesleri, özellikle Beşparmak Dağlarında savaşın şiddetle devam ettiğini anlatıyordu.

Yıldırım Üsteğmen; ’’Ne garip! Onlar orada, biz buradayız. Tersi de olabilir, bizler orada ölümle burun buruna, onlar burada kireç ocağında soluklanıyor olabilirlerdi’’ diye mırıldandı.

Gökyüzünün yıldızlarla dolu hali öylesine sihirli bir hal almıştı ki! O anda savaştan önce Doğu Anadolu’da geçen üç yıllık şark hizmetini hatırladı. Eleşkirt’in geceleri de böylesine yıldızlarla dopdolu olurdu.

Eleşkirt’te buz gibi geçen üç uzun yılı, nöbet tuttuğu son geceyi hatırladı. Goncagül’ü, güzel kızıyla birlikte geçirdikleri o yalnız ve soğuk geceler geldi gözlerinin önüne. Aklından gitmeyen o mahrumiyet yılları birbiri ardına gözlerinin önünde resmigeçit yapıyordu adeta.

Hem de tekmili birden…

Eleşkirt gecelerinin ayazı öylesine soğuk olurdu ki. Ama bu coğrafyanın geceleri ne kadar soğuk olsa da; her defasında onu şaşırtmayı başarır, çevreyi sarmalayan mehtabın sihri onu bambaşka diyarlara götürürdü…

Bu gece de onlardan biriydi! Mehtabın yüksek tepelere yansıyan ışıkları; uçsuz bucaksız kar yığınlarını dalgaları sahile vuran denize benzetmiş, bu manzarayı seslendiren rüzgâr, adeta o dalgaların sesi olmuş gibiydi. Karşısında uzanan kar beyazı arazi, sanki boğazın dalgalı sularında yakamoz yapmış kıyısıyla oynaşıyordu…

Aracından iner inmez attığı her adım, gecenin sessizliğini bozan buz parçalarına ses veriyor; yürüdükçe çatırdayan karlı zemin, sağa sola savrulan buz parçaları, el feneriyle aydınlattığı yürüyüş yoluna adeta ışıltılar saçıyordu! O ne zaman karda yürüse; adımlarıyla oynaşan buz parçaları, ona hep çocukluğunu, çocukluğunun geçtiği İstanbul’un karla kaplı sokaklarını hatırlatırdı…

İstanbul’u çok özlemişti… Oraya dönmeyi çok istiyordu ama olmadı.

Nihayet şark hizmeti sona ermiş; gideceği şehir de, yeni görev yeri de belli olmuştu. Tayini, Ankara’nın Çubuk ilçesine çıkmıştı.

Bir an ürperdiğini hissetti! Mayıs ayı da olsa geceler burada hala çok soğuktu… Son nöbetini tuttuğu ama üç uzun yılını geçirdiği alayın nöbetçi subay odasının sıcaklığı da gecenin ayazına benziyordu! Üniformasıyla uzandığı yatağın battaniyesine biraz daha sarıldı.

Saat gece yarısını çoktan geçmiş, dışarıdan çevre nöbetçilerinin haberleşme düdükleri duyuluyordu.

Bahar mevsiminin gülen yüzü ülkenin pek çok bölgesini ısıttığı halde, buraları hala karla kaplıydı. Bekârlık günlerinin de geçtiği ilk görev yeri Samsun’dan ayrıldığı günün sonrasında, bir başına yaptığı o uzun tren yolculuğunu, ilk kez geldiği Erzurum tren garını hatırladı…

Bu birliğe gelirken, o sabah bin bir güçlükle bulduğu kamyona eşyalarını yüklediği gün geldi aklına…

Samsun’da başlayan bu yolculuk, iki gün sürmüş ve öylesine zorluklar yaşamıştı ki!

Ama bir o kadar da tecrübe kazanmıştı. O yıllarda ‘Karaköse de denilen Ağrı’nın’ bu ilçesinde geçen üç yıl, adeta üç asır gibi gelmişti onlara! Ama olsun, burası da aziz vatan topraklarımızın bir parça değil miydi diye düşündü… Ha Ağrı, ha Artvin, ha Hakkâri ne fark ederdi ki?

Ne meşakkatli, ne uzun günleri, ne hasret dolu geceleri yaşamışlardı kaldıkları subay lojmanında. Adeta karla buzun iç içe geçtiği, yaşamın -52 dereceyi gördüğü bir bölgeydi burası. Kimi geceleri mum ışığında, kimi geceleri dondurucu kış soğuğunda, kimi günler doğunun yalnızlığı ile 1971’den, 1974’e üç uzun üç yüz altmış beş gün geçmişti.

Mayıs ayı olmasına rağmen, geceleri inanılmaz bir ayaz olurdu… Geceler öyle soğuk, öyle soğuk olurdu ki, dayanılmazdı. Fakat geceler ne kadar soğuk olsa da, bu coğrafyanın insanda romantik duygular, gizemli hayaller uyandıran doğal yapısı, her defasında onu şaşırtır, gökyüzünden gönderdiği muhteşem ışıklarla çevreyi bir ana şefkatiyle sarıp sarmalayan muhteşem mehtabın gizemi, ona soğuğu hissettirmez, onu bir an bile olsa buralardan uzaklaştırır, bambaşka diyarlara götürürdü. Bu gece de o gecelerden biriydi. Mehtabın yüksek kayalar üzerindeki buzlara vurarak yansıyan ışıkları, dağların zirvelerinden aşağıya doğru uzanan kar yığınlarını, dalgaları sahili döven denize benzetmişti. Arada bir uğuldayan, genelde yumuşak ve sakin esen rüzgâr, sahili döven dalgaların sesi olmuş gibiydi…

                 Önünde uzanan uçsuz bucaksız topraklar, sanki boğazın hafif dalgalı sularında ay ışığının yarattığı hayallerle “ yakalamaca “ oynuyordu. Birden o oyuna katılmak istedi. Oturduğu aracının kapısını açtı. Bir an kontak anahtarını bulamadı. Gözleri, ışığın buzlar üzerinde yarattığı renk armonisi ile oluşturduğu doyumsuz güzellikteki muhteşem ışık oyununa çoktan katılmıştı… Olduğu yerden zıplayan, yuvarlanan, yürüyen, bazen koşan ışıkları takip etmekten aracın anahtarını bakmadan eli ile aramış bulamamıştı. Gözlerini zorlayarak ışıktan kurtardı ve anahtarı görerek yerinden çıkardı. Tekrar o gizemli, gizemli olduğu kadar da muhteşem ışık oyunlarını seyre daldı. Sanki sihirli bir dünya içinde, büyülenmiş gibiydi. O inanılmaz güzelliği yere basan botun çıkardığı çatırtı bozdu. Kırılan buz parçaları sağa sola dağılırken o aracı niye kilitlediğini düşündü. “ Alışkanlık “ dedi içinden, başını iki yana salladı. Boğaza doğru, o, dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağı ışık oyunlarının içine doğru yürüdü…

Attığı her adımda çıkan çatırtı sesleri büyüyü bozmuştu bir kere. Işığı yakalıyor, toprağı ve buzları kaçırıyordu. Suyu buluyor, bu sefer ışığı kaçırıyordu. Gecenin adeta büyüyü sürdürmek isteyen sessizliğini, attığı her adımda üzerine basarak kırdığı buz parçalarının çıkardığı ses bozuyor, sağa – sola sıçrayan buz parçacıkları el fenerinin aydınlattığı yola ışıklar saçarak düşüyordu.

O ne zaman karlı, buzlu bir yolda yürüse, ayaklarındaki botların çıkardığı sesler, onu alır, yılların gerisine götürür, çocukluğunu doyasıya yaşayamadığı İstanbul’un karla – buzla kaplı sokaklarını hatırlatırdı… Çok, ama çok özlemişti İstanbul’u…. Suyunu, havasını, denizini, karını, buzunu; sokaklarını caddelerini dolduran, bazen koşar gibi yürüyen, bazen hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi aheste kürek çeken insanlarını… Ve bir de, çevrelerinde hiç olmayan parklarını…

Boğazın gözle görülebilecek manzarasının muhteşem olarak görünen uç noktasına varmıştı… Önünde uzayan, insana sonu yokmuş duygusu veren karanlıkları delmeye çalışarak baktı aşağıya doğru. Sonra, boğaz tarafından esen hafif yeli ciğerlerinin en küçük noktasına kadar çeker gibi derin bir nefes aldı. Ciğerlerini dolduran oksijen ona yeni bir güç verdi. Önünde uzanan ve iki yüksek dağı birbirinden ayıran boğazın derinliğine doğru yeniden baktı. Derinliğin beş metre ötesi karanlıklar içinde yitip gitmiş gibiydi. Parlak mehtabın ışıkları, yerdeki öbek öbek kar yığınlarını arada sırada harekete geçiren akşam yeli ile müthiş bir renk cümbüşü ve armoni oluşturuyor, onu, hiç bilmediği sır dolu bir âleme doğru çekiyordu. Bir an dengesini kaybeder gibi oldu, buz üzerinde hafifçe kaydı, sonra frene bastığı yerde durdu. Etrafına bakındı. Yürüdüğü müddetçe geriye dönüp hiç bakmamıştı. Aracından epey uzaklaştığını fark etti. Araç ancak bir gölge gibi görünüyordu. Geriye döndü.

Sessizlik ve sükûnet geceye o kadar hakimdi ki, kendi nefes alış verişinden çıkan seslerden başka bir ses duyulmuyordu. Tekrar derin bir nefes aldı… Kendi kendine ne düşündü ise gülümsedi… Günün yorgunluğunu atmış, ruhu ve bedeni rahatlamıştı. Günün gürültüsünden, hay küyünden, koşuşturmacasından kopmanın verdiği rahatlığı bütün bedeninde ve ruhunda hissetti. Aracına kadar derin derin nefes alarak yürüdü. Sanki, daha sonra kullanmak üzere oksijen depolamak ister gibiydi…

Aracına ayrılmak istemediği bir yerden, sürgün edilmiş gibi bindi. Motoru çalıştırdı. Yola düştü… Hem gidiyor, hem düşünüyordu… Burada, vatan görevini tamamlamış, tayin bekliyordu. Hep İstanbul’u hayal ediyor, İstanbul ile yatıyor, İstanbul ile kalkıyordu. Özlemi, hasreti dayanılmaz bir hal almıştı. Tayin emrini aldığı zaman, başından aşağıya bir kova soğuk su dökülmüş gibi olmuştu, bir an, adeta şok geçirmiş, bu dünyadan başka dünyalara ışık hızı ile gidip gelmişti. Tayini İstanbul’a olmamıştı. Sanki dünyası başına yıkılmış, şaşkın ördeğe dönmüştü. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemeden, alayın içerisinde deli danalar gibi dolaşmış, neden sonra kendisini biraz da olsa toparlamış “ ben askerim, vatanımın her köşesi benim için kutsaldır” noktasına varmış, bir anlık ama büyük travmayı atlatabilmişti. O günü düşünürken içi ürperdi, titredi. Gecenin ayazı açık olan camdan iliklerine kadar işlemiş, onu üşütmüştü. Camı kapattı. “Aylardan Mayıs” diye düşündü. “ Anadolu’nun batısı güzelim bahar ile anlaşırken, doğusu hala kışla haşır neşirdi. Şehir içinde, “ ne şehri, dedi kendi kendine, kasaba bile değil, “   kar kalmamış olsa da, dışarısı hala kar ve buzla kaplıydı. Alayın nizamiyesinden girdiğinde hala düşünüyordu.

Bu gece, buradaki son nöbetini tutuyordu. Üç uzun yılını burada geçirmişti. Kıtanın zorluklarını, dostluğu, kardeşliği burada görmüş, tanımıştı. Buraya, kendi gelişimine bir şeyler kattığı için teşekkür etmek gereğini duydu. “Elveda Eleşkirt “ dedi. “ Bilmem bir daha görüşür müyüz? Her şeye rağmen teşekkürler!”. Nöbetçi subay odasına girdi. İçerisi, dışarıya göre hamam gibiydi. Oda, yeteri kadar sıcak olmasına rağmen, ona buz gibi soğuk geldi. Hafifçe titredi. Parkasını çıkarmadan, kalorifer peteğine yakın kurulan tek kişilik divan tarzı yatağına uzandı. Gözlerini kapatarak uyumaya çalıştı. Sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı, sırt üstü yattı olmadı. Gözlerini açtı, odanın dört duvarında gezdirdi ve tavanda karar kıldı. Neler yoktu ki, bu tavanda… Annesi, babası, kardeşi, İstanbul’daki evleri… Hepsi bir aradaydı. Sonra tavan sisler içerisinde kaldı. Sis dağılınca kendisinin de orada olduğunu gördü. Annesi ve babası ellerinden tutmuş onu okula götürüyorlardı. Beş yıl gidip gelmişti o ilkokula.. Bir yılını, bu şekilde anne ve babası ellerinden tutarak götürmüşler, çıkış zamanı gelip almışlardı. Okulu, iki katlı taş bina, gözünün önünde, elini uzatsa tutabileceği kadar yakınındaydı. Yattığı yerden elini uzatmak için davrandığı sırada dışarıdan gelen nöbetçilerin haberleşme düdükleri ile tavandaki bütün her şey bir anda silindi, yok oldu. Hayretle etrafına bakındı. Dört duvar ve tavandan başka bir şey çarpmadı gözüne. “ Uyumalıyım artık, yarın zor bir gün olacak “ diye mırıldandı.

Zamanın çarkları acımasızca dönüyordu. Vakit, gece yarısını çoktan geçmişti. Başını yastığının altına alarak uyuyabileceğini düşündü. Öyle de yaptı. Fakat nafileydi her şey… Uyuyamıyordu bir türlü. Ne yaparsa yapsın, onu ve önündeki uzun yılları etkileyecek olan geleceği düşünmekten kendini alamıyordu. Gelecek hakkında fikir yürütmeye çalışırken birden düşünceleri hızla geriye doğru gidiyor ve gelecek ile arasında bir köprü kuruyordu.

Samsun… Karadeniz’in hırçın dalgaları ile dövdüğü bir sahil şehri. Mustafa Kemal Paşa’nın, İstanbul’dan, “ Anadolu Ateşi” ni yakmak üzere Bandırma vapuru ile geldiği ilk Anadolu şehri… Anadolu ihtilâlinin bayraktarlığını yapan gazi şehir. Onun hayatının çok önemli olmasa da birkaç yılına tanıklık eden şehir… İlk görev yeriydi. Güzel ve kendisine tecrübe kazandıran bir yıldan sonra Ağrı Eleşkirt’e tayini çıktığında, bugün, burada yaşadığı duyguların bir benzerini de orada yaşamıştı. Oradaki daha çok yalnızlık ve yalnızlığın, ister istemez getirdiği tedirginlikle karışık korkuydu. Yuvasından atılmış bir yavru kuş gibi, oradan trene yalnızlık içinde bindiği o günü hatırladı. Uğurlamaya hiç kimse gelmemişti. Boş gözlerle tren garının her tarafına bakmış, ama, tanıdığı bir yüze rastlayamamıştı. Elinde bavulu ile vagonun ilk merdivenine ayağını attığı zaman, ruhunda, tüm hayatı boyunca hissedeceği yalnızlık duygusunun yarattığı tedirginliği ilk defa hissetmiş ve belki de korkmuştu… Yavaş ve emin adımlarla kompartımanına girdi. Ceketini çıkardı bavulunu oturacağın altına yerleştirdi. Sonra kompartımanın penceresine kollarını dayayarak trene binenlere, onları uğurlayanlara biraz da gıpta ile baktı. Gözlerinden damlayan iki damla yaşı, bir damlası eline düştüğü zaman fark etti. Kendinden utandı içeri doğru çekildi ve gözyaşlarını silerek oturdu. Nihayet, önce kampana sesleri, arkadan trenin şiddetli bir fırtına estiği zaman çıkardığı sesi çıkaran kornası ve hareket memuru ile “ tamam “ işareti verenlerin düdükleri… Neden sonra demir yaylar sarsıldı, demir yayların kuvvetli sesleri ortalığı kapladı ve tren, caf – cuş ederek önce yerinde sallandı, ardından yavaş yavaş hareket etti…
"Kıbrıs" Diğer Yazılar