GİRİTLİ MAZLUME’NİN HATIRA DEFTERİNDEN…

01.12.2016

 (Bu yazı dizisi;  vatan topraklarının değerinin bir kez daha hatırlanması için kaleme alınmıştır…) Kaleme almış olduğum bu yazı dizisinin amacı: Kıbrıs müzakerelerinin yürütüldüğü bu dönemden tam 120 yıl önce yaşanları günümüze taşıyarak, Rum’ların Kıbrıs adasında yaşam hakkı tanımayı bir türlü kabullenemedikleri Kıbrıs Türk Halkının, Girit’te yaşananlardan yola çıkarak vatan toprakları olarak belledikleri K.K.T.C.’nin varlığına sıkı, sıkıya sarılmalarına dikkat çekmektir.

   1896 yılında Girit’te yaşadığı, yaşanan olayları bir hatıra defterinde toplayan genç bir Türk kızı Mazlume’nin kaleminden derlenen bu gerçekler; daha önce iki kez basımı yapılan küçük bir kitapçıkta toplanmış, Kıbrıs Türk’ünün medarı iftiharı büyük vatansever Prof. Dr. Derviş Manizade’nin üstün gayretleri, milli şair Behçet Kemal Çağlar’ın Osmanlıcadan Türkçeye çevirisiyle ortaya çıkarılmıştır…

‘’Megalı İdea’cı‘’ maceraperest Rum’ların Kıbrıs’ı ilhak edebilmek için hangi yollardan hareket ettiklerini Girit’te yaşananlar, çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır…

  Rum-Yunan ikilisinin gerçek yüzünü ortaya koyan bu kitapçıkta anlatılanların, sadece bu kitapta kalmasına gönlüm, vicdanım razı olmadı. O nedenledir ki, okurlarla paylaşmak istedim.

 Tarihimizin derinliklerinde kalan yaşanmış öyle olaylar vardır ki, günümüze ışık tutar. Üç bölüm halinde okuyacağınız bu yazı dizisi; Girit’te yaşayan genç bir Türk kızı Mazlume’nin, hatıra defterinden derlenmiştir.

1897 yılında adayı terk etmek zorunda kalan Giritli Türklerin o dönemde yaşadıkları acılı yıllarla, 1955-1974 yılları arasında Kıbrıs Türk’ünün yaşadıkları yıllar, Rum’lar tarafından katledilmeleri tıpa, tıp aynıdır.

 Bu yazı dizisi; yalnızca Türk oldukları için öldürülen insanlarımıza yaptıkları işkenceleri unutan, unutturmaya çalışanları, bugüne değin bu vahşet tablosunu yaratanlar için bir özür dahi dilemeyenlerin ardına saklandıkları karanlık yüzlerini ama daha da önemlisi, tarihten ders almayanların vatan hasretiyle nasıl yanıp, tutuştuklarını bir kez daha hatırlatacaktır.

  Unutulmaya yüz tutmuş, bu tarihi gerçekleri günümüze aktarırken; Rum ve Yunan mezalimi ile hayatlarını kaybeden tüm şehitlerimizin aziz hatıraları önünde bir kez daha saygı, minnet, şükran duyguları ile eğiliyor, vatan ve vazife uğruna hayatlarını feda eden kahramanlarımızı rahmetle anıyorum.

  İşte yiğit Türk Kızı Giritli Mazlume’nin hatıra defterinde yazılı, tarihin derinliklerinde kalan o mezalim günleri:

‘’Girit’ten gözleri yaşlı ayrılan Türk’leri görmemek için Kıbrıs’a gemiler dolusu ve silahlı Türk’ün sevk edildiğini görmeyi de hesaba katıyorum. Ve çevirisini yaptığım bu kitapçığı haklı olduğu kadar Kıbrıs’ın cesaretli Türk’lerine ithaf ediyorum…’’(Behçet Kemal Çağlar-23 Aralık 1963)         

‘’1896 yılı şubat ayının bir karanlık gecesiydi. Ufuklar koyu bulutlarla kaplı, rüzgâr şiddetle esiyor, ağaçların uğultuları derin bir iniltiyi andırıyordu.

 Dağların tepeleri kar ile kaplıydı; kışın şiddeti dayanılmaz bir halde idi. Rüzgâr gittikçe korkunçluğunu arttırıyor, dehşetli bir bora baş gösteriyordu.

  Tabiatın bu korkunç görünüşle hüküm sürdüğü çevrenin bir noktasında, koyu bulutlar altında bir başörtüsüne bürünmüş görünen Defne köyü, Girit Adasının kuzeydoğusunda, bir kasırganın ortasına rastlamış bir ağacın üstündeki kuş yuvası gibi titriyor sanılırdı.

   Köy derin bir sessizlik içinde idi. Ortada in cin görünmüyordu. Bir-iki köpeğin kışın şiddetinden şikâyet edercesine acı, acı havlamasından başka bir yaşama ve uyanıklık belirtisi yoktu. Erkenden yatmak zorunda olan rençperler derin bir uykuda idiler. Soğuktan uyuyamamış bir ihtiyar, mangal başında yaşlı karısı ile büzülmüş oturuyordu. Yeni evli bir çift, kavuşmalarının ilk gecesini yaşıyorlardı.

 Bir genç anne kim bilir hangi içgüdüsü ile uyanmış, çocuğunu vakitsiz emziriyordu. Herkes tabiatın bu amansız zalimliğinden kaçıp köşesine sığınmış, bunun geçici olduğuna, iyi günlerin geleceğine inanmış yuvasında uyuyordu…

   Bilmiyorlardı ki, akıl edemiyorlardı ki, tabiattan daha zalim, kıştan daha amansız, insan kılığında bir sürü felaket, üzerlerine yaklaşmakta idi. Bu karanlık gecenin, yarını olmayan bir ebedi gece, kıyamete kadar uzayacak bir felaket gecesi olduğunu nereden bileceklerdi? Köyü kuşatan Rum çeteciler kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı:

‘’Ne ala tedbir! Herifleri ağa tutulmuş balık gibi elde edeceğiz!.. Daha doğrusu kapana tutulmuş fare gibi yakalayacağız!.. Şerif Alaki’nin (Ali Ağakinin) tarlaları benim olacak ha!.. Budalalar şimdiden ne paylaşıyorsunuz? Bir şey yapamamak ihtimalide var: Bizim tüfeklerimize karşı onların martinleri de yok mu? Bir şeyden haberleri yok ki, karşılık koymalarından korkalım. Tedbirli davranırsak Türk’lerin teki bile kurtulamaz. Evet, hiç biri kurtulmamalı, bir teki bile sağ kalmamalıdır. Öteki isyanlarda olduğu gibi hücumumuz, dağınık ve önemsiz değil, bu defa esaslı, ciddi ve umumidir. Bu sefer Yunanistan’dan gelmiş 4000 kadar asker arkadaşımız ve yardımcımız, yine Yunanistan’dan gelen mükemmel toplarımız, subaylarımız da var. Etnik-i Eteria durmadan para ve malzeme gönderiyor. Bu sefer hiçbirini sağ bırakmamak şart. İleri, palikaryalar, ileri!..’’

  Bu eşkıyaca konuşmalar, başlarında siyah mendiller bağlı, kaputlu, şalvarlı, çizmeli, tüfekli, kılıçlı, baltalı, yüz elli kadar korkunç kıyafetli haydut arasında geçiyordu…

  Her biri bir başka biçimde kan içmeyi kuruyor; kah ıslık çalıyor, kah eşkıya türküleri söylüyorlardı.Yaklaştıkça susup yavaşlayarak Defne köyüne doğru yürüyorlardı..

BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU…(DEVAM EDECEK)

İKİNCİ BÖLÜM:

 İnsanlar ki aynı Tanrının yarattığı, aynı atanın ürettiği kardeşlerdir. Akıllarını, güçlerini ve değerlerini, topluluklarının daha rahat, daha güzel yaşaması için yeni çareler bulmaya harcayacakları yerde, böyle kötülüklere, hainliklere, alçaklıklara sapmaları, ne hazin ne akıl almaz şeydir.

 İnsanlar arasındaki bu çekişme, bu boğuşma din ve mezhep ayrılığından mı?

 İnsanları doğruya çağıran hak dinler hiç böyle hayvanca şeyler ister mi?

    Gece yarısı gelmiş, haydut takımı köye yaklaşmıştı. İlk işleri köydeki samanlıkları ve ahşap kulübeleri tutuşturmak olmuştu. Köy bir anda bir yangın yerine, bir savaş meydanına dönmüştü…

  Kapısını açıp dışarı fırlamak, penceresini açıp bakmak isteyen her köylü bir kurşunla yere seriliyordu. Şurada bir kadın saçlarından çekilerek sürükleniyor, eziliyor, öteden beriden:

  ‘’ vay anam ‘’, ‘’ aman çocuğum ‘’, ‘’ kıymayın alçaklar ‘’ gibi sesler yükseliyordu…

  Haydutlar bir, bir evlere giriyorlardı. Can çekişen vücutların üstüne basarak dolapları kırıp eşyaları ortaya yığarak buldukları paralarla yükte hafif, pahada ağır şeyleri bölüşüyorlardı. Barut ve yanık kokusu genizleri tıkıyor, ötede beride alçakça tecavüze uğramış kadınların çığlıkları duyuluyordu. Köyün minaresi, sabahleyin çalışkan, masum ve asil halkına mezar olmuş, köyün başında bir mezar taşı gibi sessiz duruyordu..!

    Bir gece sonra idi; Defne Köyünün birkaç saat uzağında, adanın güneyine doğru, iki adam, biri ötekinden daha telaşlı, seyirtip gidiyorlardı…

 Yarı çıplak, pes perişan hallerinden belliydi ki bunlar, köy halkından olup her nasılsa kılıçtan geçmekten, balta altında can vermekten kurtulan kimselerdi.

 Gerideki gittikçe ona yaklaşıyordu; nihayet kim olduğunu seçebilecek kadar yanına gelince birden haykırdı:

  ‘’ Vay Mehmet Ağaki! ‘’ Öteki, ‘’ Sen misin Mahmut Boğçalaki? ‘’ diye seslendi…

  El sıkıştılar birbirlerine dert yanmaya başladılar. Mahmut oğlunun nasıl öldüğünü anlatmaya koyuldu. Eşkıya köyü bastığı anda yiğit çocuk silaha sarıldığı gibi pencereye koşmuş, kepengi açması ile birkaç kurşunun birden göğsüne girmesi ve ‘’ Ah babacığım ‘’ diye yere yuvarlanması bir olmuştu. Zavallı baba gözyaşları içinde korkunç hikâyesine devam ediyordu:

   ‘’Oğlumun kanlı göğsüne sarıldım, hıçkırmaktan kendimi alamıyordum. O sırada kapının vurulduğunu, vurulma değil yumruklandığını duyunca birden doğruldum, tüylerim ürperdi, martini aldım kapı tarafına çevirdim, birkaç el attım…

 Zorlanan kapının çatırdayarak kırıldığını duyunca, evin arka odasına geçtim, kapıyı kilitledim. Sapa sokağa bakan pencereyi açarak kendimi aşağıya salıverdim. Dünyada varım yoğum bir tek oğlumdu…

 Serif Alaki’nin kızı ile evlenmeleri yakındı. Muradını kursağına kodular kahrolasıcalar.’’ Mahmut hıçkıra, hıçkıra ağlarken…

 Mehmet söze başladı:

 Biliyorsun karım bugünleri görmeden ölmüştü. Çoluğum çocuğum yoktu. Ama yakınlarım vardı. Bana evlattan yakındılar. Onlarla avunup gidiyordum.

 Zavallıların hepsini ayrı, ayrı işkence yaparak gözlerimin önünde öldürdüler. Nasıl can çekiştiklerini gördüm. Dayanamadım silahımı çektim, beş on haydudu yere serdim. Sonra intikamımızı almaya daha elverişli zaman olur ümidi ile kendimi karanlığa attım..!

   Acı çekmiş zulüm görmüş bu iki bahtsız böyle dertleşerek çekingen ve ürkek ilerledikleri sırada ortalık ağarmaya başlamıştı. Beş altı saatlik daha gidecek yolları vardı. Ancak iyice yorulmuşlar adım atacak halleri kalmamıştı. Açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüş vücutları ne olursa olsun uzanıp uyumak için çırpınıyor gibiydi. Bir ağaç parçasını yastık yaptılar. Mahmut’un sırtındaki kilim ikisine birden yorgan oldu; kıvrılıp yattılar….

    Biz gelelim Defne Köyüne, daha doğrusu Defne yıkıntısına! Köy evlerinin hepsi yanmış, damlar çökmüş yarı yıkılmış isli duvarlar iskeletler gibi sırıtıyordu!

 Ötede beride kana bulanmış insan cesetleriyle hayvan leşleri koyun koyuna yatıyorlardı. Köyde ses seda yok, mezarlık gibi bir sessizlik her tarafı sarmıştı!..

    Ne o? Yanıp yıkılmış bir evin devrilmiş kapısı içinde bir gölge kıpırdanıyor. Bir kaputa sarılmış, başı örtülü ilk bakışta erkeğe benziyor ama biraz dikkat edince kadın olduğu fark ediliyor!

 Yürümeye çabalıyor ama zayıf bacakları bitkin vücudunu taşıyamıyor. Etrafı gözden geçiriyor. Birden gözleri parlıyor yıkıntılar arasında yanmış kurumuş bir ekmek parçası bulmuştur, onu kapıyor; karnı doymasa da oyalanarak aklı başına gelir gibi oluyor. Söylenmeye başlıyor:

‘’ Yarabbi! Allahım! Merhameti sonsuz Tanrım Nedir bu başımıza gelenler? Nedir bu başıma gelecekler? İşte koca köyden ayakta kalan tek insan benim. Babam, anam, kardeşlerim toprak altında kaldılar! Ben olduğum yerden kendilerini duyuyordum da kendimi öldüm sanıyordum!

 Eyvah! Nişanlım da ilk kurşunlardan birinin kurbanı oldu. Bir tek ümidim var:

 Ağabeyim yakındaki şehirde; bari onu bulmak kısmet olsa… Orası da kim bilir ne haldedir? İşte güneş yakında batacak; baştanbaşa yanmış yakılmış köyde ne bir ışık, ne bir ses, ne bir lokma yiyecek…’’

 Kızcağız bir köşede donup kalmasa, başını yıkık duvar yığınlarına çarparak delirmese keşke!..

    ‘’Şerif Aleki ‘’ diye adını, haydutlardan kaçıp kurtulan Mahmut ve Mehmet’ten duyduğumuz zengin adamın kızı bu…

  Babası Şerif Efendi, Defne köyünün en zengini ve en iyi kalpli adamı idi. Defne köyünün yıkıntıları arasında bir başına kalan kızı Mazlume ise köy kızları arasında güzelliği ile nam salmıştı. Az çok okuması ve yazması da vardı. Daha okul sıralarında iken Mahmut’un oğlu Behçet ile birbirlerine yakınlaşmışlardı. Büyümüşlerdi artık; görüşemiyorlardı. Mazlume çarşafa girmişti. Behçet’in de bıyıkları terlemişti. Artık evlenmelerinin sırasıydı. Babaları anlaşmışlar bir iki ay sonra düğün hazırlığına başlanacaktı...

    Mazlume o korkunç gecede bile çeyizlerini hazırlamak için epeyi zaman uyanık kalmıştı. Nihayet yorgun, bitkin ama memnun uyuyakalmıştı…

 Rüyasında Behçet’ine kavuştuğunu görüyordu. Kollarını onun boynuna dolamak için uzatır gibi olmuştu. Büyük bir gürültü ile uyandı. Evi alevler sarmış ön odalardan iniltiler geliyordu!

 Babası Şerif Efendi hemen duvarda asılı martinine sarıldı. Pencereden dışarıya ateş etmeye başladı. Karısı ve çocuklar evi saran alevleri söndürmek için çırpınarak, haykırarak odada dönüp duruyorlardı. Bu sırada dolabın birinde saklı barut dolu bir kap birden ateş aldı. Dehşetli bir gürültü ile patladı.

 Yarı yanmış evin bir yanını birden çökertti.

  Mazlume’yi bu basınç ileri fırlattı; ötekilerini yıkılan duvar, altına alıvermişti!..

  Ya Behçet ne halde idi? Babası Mahmut’un anlattığı gibi köyü basan alçakların attığı kurşunlardan biri ile göğsünden fışkıran kan ile yere serilivermişti. Evde tek sağ kalan babası ciğeri yana, yana pencereden atlamış yollara düşmüş, ormanlarda gecelemiş, rastladığı köylüsü Mehmet ile yoluna devam etmişti. Behçet’ini gömmeye bile vakit yoktu…

 Hâlbuki Behçet yaşıyordu, göğsünden giren kurşun kalbin biraz ötesinden sıyırarak çıktığı için, kan içinde yere yığılmış ama ölmemişti.

 Yani Mazlume’de nişanlısı Behçet’te yaşıyordu. Birbirlerinin yaşadığından habersiz olan bu iki gence kavuşmak nasip olacak mıydı?

  Mazlume, yarı ölü-diri bir gece daha geçirdiği köyünde, daha sonra yakılıp yıkılan köye gelerek eski dostlarını arayan 60 yaşlarında bir ihtiyar tarafından bulunarak Yenişehir’e götürüldü.

 Oradaki komitecilerden bir tanıdığına durumu anlattı. Kızı onlara kılına dokunulmamak kaydı ile teslim etti.

İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU…(DEVAM EDECEK)

ÜÇÜNCÜ VE SON BÖLÜM:

   Girit, artık asilerin eline geçmiş, birçok köyleri harabeye dönmüş, büyük şehirleri birer, birer Osmanlı idaresi zamanındaki huzuru kaybetmişti. Bu arada; Hanya çevreden kaçıp kurtulabilmiş zavallı Türk’lerle doluvermişti. Bu yüzdendir ki palikaryalar gözlerini her şehirden çok Hanya’ya dikmişlerdi. Yunanistan’dan getirilen toplar ve asilerin başına geçen Yunan subayları Hanya’yı saranlara kuvvet ve cüret kaynağı oluyordu!

 Hanya kalesi içinde sıkışıp kalan Girit’li Türkler etraflarını saran düşmanların üstünlüğüne aldırmadan zaman, zaman kaleden çıkıyorlar, asilere gerekli darbeyi vurup tekrar kaleye dönerek aslanca savunmalarına devam ediyorlardı. Özellikle bunlar arasında ölümü çoktan göze almış en büyük yararlıkları gösteren orta boylu düzgün endamlı bir yiğit vardı. Defne köyü baskınından yaralı olarak kurtulmuş olan ve bir kayık ile Hanya’ya gelen Behçet’ti bu kahraman. Her rastladığına nişanlısı Mazlume’yi ve babası Mahmut’u soruyordu…

   Türk ve Müslüman Giritliler, yiyecekten-giyecekten yoksun, çaresiz ve bitkin düşmüşlerdi. İstanbul’a Sultan Abdülhamit’e gönderilen ricacılar nihayet Sultanın değil de milletin kalbini harekete geçirebilmişlerdi. Girit’e erzak yardımı başlamıştı. Daha önce ekilen tarlaları hasat için giden Türkler, Rum asilerin kurşunlarına hedef oluyorlardı.

  Girit isyanının baş teşvikçisi, cephane ve erzak bakımından tek besleyicisi Avrupa’nın şımarık çocuğu küçük Yunanistan hükümetiydi!

 Osmanlı sınırına asker yığmaya başlamış ve ilk kazanacağı yeni zafer ile Girit’in bağımsızlığını tasdik ettirmek kaydı ile sulh yapmayı planlıyordu.

 Sonuçta bu planlarında başarıya ulaştılar…

  Abdülhamit’in korkaklığı, halkın çaresizliği, Hıristiyan devletlerin Yunan tarafını tutması Osmanlı askerinin büsbütün Girit’ten çekilmesine sebep oldu.

 Artık Girit Türk vatanı, İslam vatanı olamaz hale gelmişti.

  Girit Türklerinin hepsi kan ağlıyordu…

   Bu arada; birbiri ile buluşan baba oğul: Mahmut’la Behçet, Mazlume’ye de rastlamış olmakla, bu dertlilerin içinde, az çok mutlu olan üç müstesna insandı…

  Hatta bir aralık Behçet ile Mazlume’nin evlendirilmesi bile kararlaşır gibi oldu ama kızın kardeşinin dediği gibi bu, mezarlıkta şenlik yapmaya benzeyeceği için geriye bırakıldı.

   Artık Girit’i terk etmekten başka çare yoktu. Vatanlarını yabancı ayaklara çiğnetmemek için ölümleri hiçe saymış, bu kadar çile çekmiş, cefa görmüş insanların şimdi bir başka bayrak altında bir düşman hükümetinin tebaası olarak yaşamaya gönülleri nasıl razı olabilirdi?

 İçleri bir tek gün rahat olmayacaktı. Her gün biraz ölerek yaşamanın sürünmekten ve yavaş, yavaş intihar etmekten ne farkı vardı?

   Ah, fakat Girit nasıl bırakılırdı? Her karışı bir avuç Türk Kanı ile sulanmış bir aziz topraktı burası; suyu, havası, ürünleri birbirinden eşsizdi.

 İlk savaşlar hesaba katılmasa bile; Osmanlılar yalnız son üç senelik kavgada 135 bin Şehit vermişlerdi. Girit’i bırakmak zordu, günahtı, ayıptı!

 Şuydu-buydu ama çilekeşler artık yorulmuşlardı, canları burunlarına gelmişti. Burada kalıp ölmektense bir yerlere göçüp yaşayıp toparlanmak ve ilk fırsatta tekrar vatana dönmek, o zaman için tek akıllı çare görünüyordu.

 1897 yılının bir sonbahar günü, Akdeniz’in pek uysal günlerinden biri idi; tatlı bir rüzgâr esiyor ve su üstündeki gemilerin yelkenlerini iyice şişiriyordu…

  Bu gemilerden biri Girit’ten hemen yeni açılmıştı. Güvertede birbirine sokulmuş üç-beş kişi dolu, dolu gözlerle Girit güzelliklerine dalmışlardı.

 İçlerinden bir erkek, bir kız birbirlerine sokulmuşlardı. Ötekilerin bir elleri böğürlerinde, bir elleri yaşlı gözlerinde idi..!

 Bunlar Mazlume’nin Anı defterinin son sayfasına kaydettiği hikâyemizin sağ kalan kahramanları idi;  

Behçet, Mazlume, Şerif ve Mahmut...

  Girit dağları adadaki Türk’lerin talihleri ve istikballeri gibi koyu bulutlarla kaplı idi. Girit örtünüyor, yasa boğuluyor ve diri, diri gömülmeye razı oluyor gibiydi.

   Gemi adadan uzaklaştıkça bizimkilerin derdi artıyordu. Hepsi bir ağızdan, bir ağıtın nakaratı gibi bir cümleciği yürekleri parçalanarak tekrar edip duruyorlardı:  

‘’ Ah vatan, ah vatan…’

 ‘O Gazi Topraklarda’ savaşan bir Kıbrıs Gazisi olarak tek dileğim; günün birinde Kıbrıs Adasında böyle bir sonun yaşanmamasıdır.

"Kıbrıs" Diğer Yazılar