(Bu yazı dizisi; vatan topraklarının değerinin bir kez daha
hatırlanması için kaleme alınmıştır…) Kaleme almış olduğum bu yazı
dizisinin amacı: Kıbrıs müzakerelerinin yürütüldüğü bu dönemden tam 120 yıl
önce yaşanları günümüze taşıyarak, Rum’ların Kıbrıs adasında yaşam hakkı
tanımayı bir türlü kabullenemedikleri Kıbrıs Türk Halkının, Girit’te
yaşananlardan yola çıkarak vatan toprakları olarak belledikleri K.K.T.C.’nin
varlığına sıkı, sıkıya sarılmalarına dikkat çekmektir.
1896 yılında Girit’te yaşadığı, yaşanan
olayları bir hatıra defterinde toplayan genç bir Türk kızı Mazlume’nin
kaleminden derlenen bu gerçekler; daha önce iki kez basımı yapılan küçük bir
kitapçıkta toplanmış, Kıbrıs Türk’ünün medarı iftiharı büyük vatansever Prof.
Dr. Derviş Manizade’nin üstün gayretleri, milli şair Behçet Kemal Çağlar’ın
Osmanlıcadan Türkçeye çevirisiyle ortaya çıkarılmıştır…
‘’Megalı İdea’cı‘’ maceraperest
Rum’ların Kıbrıs’ı ilhak edebilmek için hangi yollardan hareket ettiklerini Girit’te
yaşananlar, çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır…
Rum-Yunan ikilisinin gerçek yüzünü ortaya koyan
bu kitapçıkta anlatılanların, sadece bu kitapta kalmasına gönlüm, vicdanım razı
olmadı. O nedenledir ki, okurlarla paylaşmak istedim.
Tarihimizin derinliklerinde kalan yaşanmış
öyle olaylar vardır ki, günümüze ışık tutar. Üç bölüm halinde okuyacağınız bu
yazı dizisi; Girit’te yaşayan genç bir Türk kızı Mazlume’nin, hatıra defterinden
derlenmiştir.
1897 yılında adayı terk etmek
zorunda kalan Giritli Türklerin o dönemde yaşadıkları acılı yıllarla, 1955-1974
yılları arasında Kıbrıs Türk’ünün yaşadıkları yıllar, Rum’lar tarafından
katledilmeleri tıpa, tıp aynıdır.
Bu yazı dizisi; yalnızca Türk oldukları için
öldürülen insanlarımıza yaptıkları işkenceleri unutan, unutturmaya çalışanları,
bugüne değin bu vahşet tablosunu yaratanlar için bir özür dahi dilemeyenlerin
ardına saklandıkları karanlık yüzlerini ama daha da önemlisi, tarihten ders
almayanların vatan hasretiyle nasıl yanıp, tutuştuklarını bir kez daha
hatırlatacaktır.
Unutulmaya
yüz tutmuş, bu tarihi gerçekleri günümüze aktarırken; Rum ve Yunan mezalimi ile
hayatlarını kaybeden tüm şehitlerimizin aziz hatıraları önünde bir kez daha saygı,
minnet, şükran duyguları ile eğiliyor, vatan ve vazife uğruna hayatlarını feda
eden kahramanlarımızı rahmetle anıyorum.
İşte yiğit Türk Kızı Giritli Mazlume’nin
hatıra defterinde yazılı, tarihin derinliklerinde kalan o mezalim günleri:
‘’Girit’ten
gözleri yaşlı ayrılan Türk’leri görmemek için Kıbrıs’a gemiler dolusu ve
silahlı Türk’ün sevk edildiğini görmeyi de hesaba katıyorum. Ve çevirisini
yaptığım bu kitapçığı haklı olduğu kadar Kıbrıs’ın cesaretli Türk’lerine ithaf
ediyorum…’’(Behçet Kemal Çağlar-23 Aralık 1963)
‘’1896 yılı şubat ayının bir
karanlık gecesiydi. Ufuklar koyu bulutlarla kaplı, rüzgâr şiddetle esiyor, ağaçların
uğultuları derin bir iniltiyi andırıyordu.
Dağların tepeleri kar ile kaplıydı; kışın
şiddeti dayanılmaz bir halde idi. Rüzgâr gittikçe korkunçluğunu arttırıyor,
dehşetli bir bora baş gösteriyordu.
Tabiatın bu korkunç görünüşle hüküm sürdüğü
çevrenin bir noktasında, koyu bulutlar altında bir başörtüsüne bürünmüş görünen
Defne köyü, Girit Adasının kuzeydoğusunda, bir kasırganın ortasına rastlamış
bir ağacın üstündeki kuş yuvası gibi titriyor sanılırdı.
Köy
derin bir sessizlik içinde idi. Ortada in cin görünmüyordu. Bir-iki köpeğin
kışın şiddetinden şikâyet edercesine acı, acı havlamasından başka bir yaşama ve
uyanıklık belirtisi yoktu. Erkenden yatmak zorunda olan rençperler derin bir
uykuda idiler. Soğuktan uyuyamamış bir ihtiyar, mangal başında yaşlı karısı ile
büzülmüş oturuyordu. Yeni evli bir çift, kavuşmalarının ilk gecesini
yaşıyorlardı.
Bir genç anne kim bilir hangi içgüdüsü ile
uyanmış, çocuğunu vakitsiz emziriyordu. Herkes tabiatın bu amansız
zalimliğinden kaçıp köşesine sığınmış, bunun geçici olduğuna, iyi günlerin
geleceğine inanmış yuvasında uyuyordu…
Bilmiyorlardı ki, akıl edemiyorlardı ki,
tabiattan daha zalim, kıştan daha amansız, insan kılığında bir sürü felaket,
üzerlerine yaklaşmakta idi. Bu karanlık gecenin, yarını olmayan bir ebedi gece,
kıyamete kadar uzayacak bir felaket gecesi olduğunu nereden bileceklerdi? Köyü
kuşatan Rum çeteciler kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı:
‘’Ne
ala tedbir! Herifleri ağa tutulmuş balık gibi elde edeceğiz!.. Daha doğrusu
kapana tutulmuş fare gibi yakalayacağız!.. Şerif Alaki’nin (Ali Ağakinin)
tarlaları benim olacak ha!.. Budalalar şimdiden ne paylaşıyorsunuz? Bir şey
yapamamak ihtimalide var: Bizim tüfeklerimize karşı onların martinleri de yok
mu? Bir şeyden haberleri yok ki, karşılık koymalarından korkalım. Tedbirli
davranırsak Türk’lerin teki bile kurtulamaz. Evet, hiç biri kurtulmamalı, bir
teki bile sağ kalmamalıdır. Öteki isyanlarda olduğu gibi hücumumuz, dağınık ve
önemsiz değil, bu defa esaslı, ciddi ve umumidir. Bu sefer Yunanistan’dan
gelmiş 4000 kadar asker arkadaşımız ve yardımcımız, yine Yunanistan’dan gelen
mükemmel toplarımız, subaylarımız da var. Etnik-i Eteria durmadan para ve
malzeme gönderiyor. Bu sefer hiçbirini sağ bırakmamak şart. İleri,
palikaryalar, ileri!..’’
Bu
eşkıyaca konuşmalar, başlarında siyah mendiller bağlı, kaputlu, şalvarlı,
çizmeli, tüfekli, kılıçlı, baltalı, yüz elli kadar korkunç kıyafetli haydut
arasında geçiyordu…
Her
biri bir başka biçimde kan içmeyi kuruyor; kah ıslık çalıyor, kah eşkıya
türküleri söylüyorlardı.Yaklaştıkça susup yavaşlayarak Defne köyüne doğru
yürüyorlardı..
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU…(DEVAM EDECEK)
İKİNCİ BÖLÜM:
İnsanlar ki aynı Tanrının yarattığı, aynı
atanın ürettiği kardeşlerdir. Akıllarını, güçlerini ve değerlerini,
topluluklarının daha rahat, daha güzel yaşaması için yeni çareler bulmaya
harcayacakları yerde, böyle kötülüklere, hainliklere, alçaklıklara sapmaları,
ne hazin ne akıl almaz şeydir.
İnsanlar arasındaki bu çekişme, bu boğuşma din
ve mezhep ayrılığından mı?
İnsanları doğruya çağıran hak dinler hiç böyle
hayvanca şeyler ister mi?
Gece yarısı gelmiş, haydut takımı köye
yaklaşmıştı. İlk işleri köydeki samanlıkları ve ahşap kulübeleri tutuşturmak
olmuştu. Köy bir anda bir yangın yerine, bir savaş meydanına dönmüştü…
Kapısını açıp dışarı fırlamak, penceresini
açıp bakmak isteyen her köylü bir kurşunla yere seriliyordu. Şurada bir kadın
saçlarından çekilerek sürükleniyor, eziliyor, öteden beriden:
‘’ vay
anam ‘’, ‘’ aman çocuğum ‘’, ‘’ kıymayın alçaklar ‘’ gibi sesler yükseliyordu…
Haydutlar bir, bir evlere giriyorlardı. Can
çekişen vücutların üstüne basarak dolapları kırıp eşyaları ortaya yığarak
buldukları paralarla yükte hafif, pahada ağır şeyleri bölüşüyorlardı. Barut ve
yanık kokusu genizleri tıkıyor, ötede beride alçakça tecavüze uğramış
kadınların çığlıkları duyuluyordu. Köyün minaresi, sabahleyin çalışkan, masum
ve asil halkına mezar olmuş, köyün başında bir mezar taşı gibi sessiz
duruyordu..!
Bir gece sonra idi; Defne Köyünün birkaç
saat uzağında, adanın güneyine doğru, iki adam, biri ötekinden daha telaşlı,
seyirtip gidiyorlardı…
Yarı çıplak, pes perişan hallerinden belliydi
ki bunlar, köy halkından olup her nasılsa kılıçtan geçmekten, balta altında can
vermekten kurtulan kimselerdi.
Gerideki gittikçe ona yaklaşıyordu; nihayet
kim olduğunu seçebilecek kadar yanına gelince birden haykırdı:
‘’ Vay
Mehmet Ağaki! ‘’ Öteki, ‘’ Sen misin Mahmut Boğçalaki? ‘’ diye seslendi…
El
sıkıştılar birbirlerine dert yanmaya başladılar. Mahmut oğlunun nasıl öldüğünü
anlatmaya koyuldu. Eşkıya köyü bastığı anda yiğit çocuk silaha sarıldığı gibi
pencereye koşmuş, kepengi açması ile birkaç kurşunun birden göğsüne girmesi ve
‘’ Ah babacığım ‘’ diye yere yuvarlanması bir olmuştu. Zavallı baba gözyaşları
içinde korkunç hikâyesine devam ediyordu:
‘’Oğlumun kanlı göğsüne sarıldım,
hıçkırmaktan kendimi alamıyordum. O sırada kapının vurulduğunu, vurulma değil
yumruklandığını duyunca birden doğruldum, tüylerim ürperdi, martini aldım kapı
tarafına çevirdim, birkaç el attım…
Zorlanan kapının çatırdayarak kırıldığını
duyunca, evin arka odasına geçtim, kapıyı kilitledim. Sapa sokağa bakan
pencereyi açarak kendimi aşağıya salıverdim. Dünyada varım yoğum bir tek
oğlumdu…
Serif Alaki’nin kızı ile evlenmeleri yakındı.
Muradını kursağına kodular kahrolasıcalar.’’ Mahmut hıçkıra, hıçkıra ağlarken…
Mehmet söze başladı:
Biliyorsun karım bugünleri görmeden ölmüştü. Çoluğum
çocuğum yoktu. Ama yakınlarım vardı. Bana evlattan yakındılar. Onlarla avunup
gidiyordum.
Zavallıların hepsini ayrı, ayrı işkence
yaparak gözlerimin önünde öldürdüler. Nasıl can çekiştiklerini gördüm. Dayanamadım
silahımı çektim, beş on haydudu yere serdim. Sonra intikamımızı almaya daha
elverişli zaman olur ümidi ile kendimi karanlığa attım..!
Acı çekmiş zulüm görmüş bu iki bahtsız böyle
dertleşerek çekingen ve ürkek ilerledikleri sırada ortalık ağarmaya başlamıştı.
Beş altı saatlik daha gidecek yolları vardı. Ancak iyice yorulmuşlar adım
atacak halleri kalmamıştı. Açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüş vücutları ne
olursa olsun uzanıp uyumak için çırpınıyor gibiydi. Bir ağaç parçasını yastık
yaptılar. Mahmut’un sırtındaki kilim ikisine birden yorgan oldu; kıvrılıp
yattılar….
Biz gelelim Defne Köyüne, daha doğrusu
Defne yıkıntısına! Köy evlerinin hepsi yanmış, damlar çökmüş yarı yıkılmış isli
duvarlar iskeletler gibi sırıtıyordu!
Ötede beride kana bulanmış insan cesetleriyle
hayvan leşleri koyun koyuna yatıyorlardı. Köyde ses seda yok, mezarlık gibi bir
sessizlik her tarafı sarmıştı!..
Ne o? Yanıp yıkılmış bir evin devrilmiş
kapısı içinde bir gölge kıpırdanıyor. Bir kaputa sarılmış, başı örtülü ilk
bakışta erkeğe benziyor ama biraz dikkat edince kadın olduğu fark ediliyor!
Yürümeye çabalıyor ama zayıf bacakları bitkin
vücudunu taşıyamıyor. Etrafı gözden geçiriyor. Birden gözleri parlıyor
yıkıntılar arasında yanmış kurumuş bir ekmek parçası bulmuştur, onu kapıyor;
karnı doymasa da oyalanarak aklı başına gelir gibi oluyor. Söylenmeye başlıyor:
‘’ Yarabbi! Allahım! Merhameti
sonsuz Tanrım Nedir bu başımıza gelenler? Nedir bu başıma gelecekler? İşte koca
köyden ayakta kalan tek insan benim. Babam, anam, kardeşlerim toprak altında
kaldılar! Ben olduğum yerden kendilerini duyuyordum da kendimi öldüm
sanıyordum!
Eyvah! Nişanlım da ilk kurşunlardan birinin
kurbanı oldu. Bir tek ümidim var:
Ağabeyim yakındaki şehirde; bari onu bulmak
kısmet olsa… Orası da kim bilir ne haldedir? İşte güneş yakında batacak;
baştanbaşa yanmış yakılmış köyde ne bir ışık, ne bir ses, ne bir lokma yiyecek…’’
Kızcağız bir köşede donup kalmasa, başını
yıkık duvar yığınlarına çarparak delirmese keşke!..
‘’Şerif Aleki ‘’ diye adını, haydutlardan
kaçıp kurtulan Mahmut ve Mehmet’ten duyduğumuz zengin adamın kızı bu…
Babası
Şerif Efendi, Defne köyünün en zengini ve en iyi kalpli adamı idi. Defne
köyünün yıkıntıları arasında bir başına kalan kızı Mazlume ise köy kızları arasında
güzelliği ile nam salmıştı. Az çok okuması ve yazması da vardı. Daha okul
sıralarında iken Mahmut’un oğlu Behçet ile birbirlerine yakınlaşmışlardı.
Büyümüşlerdi artık; görüşemiyorlardı. Mazlume çarşafa girmişti. Behçet’in de
bıyıkları terlemişti. Artık evlenmelerinin sırasıydı. Babaları anlaşmışlar bir
iki ay sonra düğün hazırlığına başlanacaktı...
Mazlume o korkunç gecede bile çeyizlerini
hazırlamak için epeyi zaman uyanık kalmıştı. Nihayet yorgun, bitkin ama memnun
uyuyakalmıştı…
Rüyasında Behçet’ine kavuştuğunu görüyordu.
Kollarını onun boynuna dolamak için uzatır gibi olmuştu. Büyük bir gürültü ile
uyandı. Evi alevler sarmış ön odalardan iniltiler geliyordu!
Babası Şerif Efendi hemen duvarda asılı
martinine sarıldı. Pencereden dışarıya ateş etmeye başladı. Karısı ve çocuklar
evi saran alevleri söndürmek için çırpınarak, haykırarak odada dönüp
duruyorlardı. Bu sırada dolabın birinde saklı barut dolu bir kap birden ateş
aldı. Dehşetli bir gürültü ile patladı.
Yarı yanmış evin bir yanını birden çökertti.
Mazlume’yi bu basınç ileri fırlattı;
ötekilerini yıkılan duvar, altına alıvermişti!..
Ya Behçet ne halde idi? Babası Mahmut’un
anlattığı gibi köyü basan alçakların attığı kurşunlardan biri ile göğsünden
fışkıran kan ile yere serilivermişti. Evde tek sağ kalan babası ciğeri yana,
yana pencereden atlamış yollara düşmüş, ormanlarda gecelemiş, rastladığı
köylüsü Mehmet ile yoluna devam etmişti. Behçet’ini gömmeye bile vakit yoktu…
Hâlbuki Behçet yaşıyordu, göğsünden giren
kurşun kalbin biraz ötesinden sıyırarak çıktığı için, kan içinde yere yığılmış
ama ölmemişti.
Yani Mazlume’de nişanlısı Behçet’te yaşıyordu.
Birbirlerinin yaşadığından habersiz olan bu iki gence kavuşmak nasip olacak
mıydı?
Mazlume, yarı ölü-diri bir gece daha
geçirdiği köyünde, daha sonra yakılıp yıkılan köye gelerek eski dostlarını
arayan 60 yaşlarında bir ihtiyar tarafından bulunarak Yenişehir’e götürüldü.
Oradaki komitecilerden bir tanıdığına durumu
anlattı. Kızı onlara kılına dokunulmamak kaydı ile teslim etti.
İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU…(DEVAM EDECEK)
ÜÇÜNCÜ VE SON BÖLÜM:
Girit, artık asilerin eline geçmiş, birçok
köyleri harabeye dönmüş, büyük şehirleri birer, birer Osmanlı idaresi
zamanındaki huzuru kaybetmişti. Bu arada; Hanya çevreden kaçıp kurtulabilmiş
zavallı Türk’lerle doluvermişti. Bu yüzdendir ki palikaryalar gözlerini her
şehirden çok Hanya’ya dikmişlerdi. Yunanistan’dan getirilen toplar ve asilerin
başına geçen Yunan subayları Hanya’yı saranlara kuvvet ve cüret kaynağı
oluyordu!
Hanya kalesi içinde sıkışıp kalan Girit’li
Türkler etraflarını saran düşmanların üstünlüğüne aldırmadan zaman, zaman
kaleden çıkıyorlar, asilere gerekli darbeyi vurup tekrar kaleye dönerek aslanca
savunmalarına devam ediyorlardı. Özellikle bunlar arasında ölümü çoktan göze
almış en büyük yararlıkları gösteren orta boylu düzgün endamlı bir yiğit vardı.
Defne köyü baskınından yaralı olarak kurtulmuş olan ve bir kayık ile Hanya’ya
gelen Behçet’ti bu kahraman. Her rastladığına nişanlısı Mazlume’yi ve babası
Mahmut’u soruyordu…
Türk ve Müslüman Giritliler,
yiyecekten-giyecekten yoksun, çaresiz ve bitkin düşmüşlerdi. İstanbul’a Sultan
Abdülhamit’e gönderilen ricacılar nihayet Sultanın değil de milletin kalbini
harekete geçirebilmişlerdi. Girit’e erzak yardımı başlamıştı. Daha önce ekilen
tarlaları hasat için giden Türkler, Rum asilerin kurşunlarına hedef
oluyorlardı.
Girit isyanının baş teşvikçisi, cephane ve
erzak bakımından tek besleyicisi Avrupa’nın şımarık çocuğu küçük Yunanistan
hükümetiydi!
Osmanlı sınırına asker yığmaya başlamış ve ilk
kazanacağı yeni zafer ile Girit’in bağımsızlığını tasdik ettirmek kaydı ile
sulh yapmayı planlıyordu.
Sonuçta bu planlarında başarıya ulaştılar…
Abdülhamit’in korkaklığı, halkın çaresizliği,
Hıristiyan devletlerin Yunan tarafını tutması Osmanlı askerinin büsbütün
Girit’ten çekilmesine sebep oldu.
Artık Girit Türk vatanı, İslam vatanı olamaz
hale gelmişti.
Girit Türklerinin hepsi kan ağlıyordu…
Bu arada; birbiri ile buluşan baba oğul:
Mahmut’la Behçet, Mazlume’ye de rastlamış olmakla, bu dertlilerin içinde, az
çok mutlu olan üç müstesna insandı…
Hatta bir aralık Behçet ile Mazlume’nin
evlendirilmesi bile kararlaşır gibi oldu ama kızın kardeşinin dediği gibi bu,
mezarlıkta şenlik yapmaya benzeyeceği için geriye bırakıldı.
Artık Girit’i terk etmekten başka çare
yoktu. Vatanlarını yabancı ayaklara çiğnetmemek için ölümleri hiçe saymış, bu
kadar çile çekmiş, cefa görmüş insanların şimdi bir başka bayrak altında bir
düşman hükümetinin tebaası olarak yaşamaya gönülleri nasıl razı olabilirdi?
İçleri bir tek gün rahat olmayacaktı. Her gün
biraz ölerek yaşamanın sürünmekten ve yavaş, yavaş intihar etmekten ne farkı
vardı?
Ah, fakat Girit nasıl bırakılırdı? Her
karışı bir avuç Türk Kanı ile sulanmış bir aziz topraktı burası; suyu, havası,
ürünleri birbirinden eşsizdi.
İlk savaşlar hesaba katılmasa bile; Osmanlılar
yalnız son üç senelik kavgada 135 bin Şehit vermişlerdi. Girit’i bırakmak
zordu, günahtı, ayıptı!
Şuydu-buydu ama çilekeşler artık
yorulmuşlardı, canları burunlarına gelmişti. Burada kalıp ölmektense bir
yerlere göçüp yaşayıp toparlanmak ve ilk fırsatta tekrar vatana dönmek, o zaman
için tek akıllı çare görünüyordu.
1897 yılının bir sonbahar günü, Akdeniz’in pek
uysal günlerinden biri idi; tatlı bir rüzgâr esiyor ve su üstündeki gemilerin
yelkenlerini iyice şişiriyordu…
Bu gemilerden biri Girit’ten hemen yeni
açılmıştı. Güvertede birbirine sokulmuş üç-beş kişi dolu, dolu gözlerle Girit
güzelliklerine dalmışlardı.
İçlerinden bir erkek, bir kız birbirlerine
sokulmuşlardı. Ötekilerin bir elleri böğürlerinde, bir elleri yaşlı gözlerinde
idi..!
Bunlar Mazlume’nin Anı defterinin son
sayfasına kaydettiği hikâyemizin sağ kalan kahramanları idi;
Behçet, Mazlume, Şerif ve
Mahmut...
Girit dağları adadaki Türk’lerin talihleri ve istikballeri gibi koyu
bulutlarla kaplı idi. Girit örtünüyor, yasa boğuluyor ve diri, diri gömülmeye
razı oluyor gibiydi.
Gemi adadan uzaklaştıkça bizimkilerin derdi artıyordu. Hepsi bir
ağızdan, bir ağıtın nakaratı gibi bir cümleciği yürekleri parçalanarak tekrar
edip duruyorlardı:
‘’ Ah vatan, ah vatan…’
‘O Gazi Topraklarda’ savaşan bir Kıbrıs
Gazisi olarak tek dileğim; günün birinde Kıbrıs Adasında böyle bir sonun
yaşanmamasıdır.